Güneş batarken navigasyon nereden sapacağımızı söylüyor. Otelimizin önündeyiz, Elimizle koymuş gibi buluyoruz binayı, tanımadığımız bir köyü, ayak basmadığımız bir lokantayı. İtalya’yı arabayla gezmeyi seviyorum. Yollar yeşil, yollar sakin, tarlalarda gelincikler. Duman rengi zeytin ağaçlarının yaşlı gövdeleri kıvrılarak toprağa saplanmış.

Seyahat tutkusu küçük bir kızken yakaladı beni. Gökyüzünde süzülen uçakların, babamın bavuluna sakladığı bebeklerin, ananemin anlattığı ve beni bütün gece ayakta tutan masalların da... Güçlü etkisi var bu arzuda. Rüyalarımda hâlâ gezginler dolaşır. Dağların zirvesinde bulutlara değip Osmanlı’nın İtalya’da bıraktığı peri evlerini gezdiğim gün bile hayallerimden kervanlar geçti. Ben peçemi düzeltmeye çalışırken o kolumda huysuzlaşan şahinin kanatlarına takılıp çölün kumlarına karıştı.

Bugün Matera’yı seyrediyorum. Kendini tekrarlayan, renksiz, ağaçsız, kayalara oyulmuş evlerin sadece önyüzü var. Uçurumdan aşağı bakıyor pencereler. Açık panjurları olan bir tepe var karşımda ne eve benziyor ne de sarp kayalığa. Turistlerin gezdiği kalabalık dar sokaklar ekmek ve kahve kokuyor. Yağmur başladığında bir bardak bırakıyorum masaya. Damla damla şifa, Nisan suyu doluyor ve ben bu yıl da İtalya’da gökyüzünün tadına bakıyorum. Kıvrıla kıvrıla ilerliyor basamaklı yolar. Bir kadın makarna kesiyor, ufak hediyelik eşya dükkanına sığınmış kediler, bir lokantada testiyi hamurla kapatmadan önce güveci dolduruyor aşçı, mutfaktan dışarı biber ve sarımsak kokusu taşıyor.

Mağaranın içine gizlenmiş kaya kilisenin duvarları fresklerle süslü. Geçmiş solmayan duvar resimlerinin altına saklanmış. Bir bilezik parlıyor dökülen boyaların altında.

Bir zamanlar unutulan hayalet şehir bugün kalabalık. Bir Pizza lokantası mağaranın içine camdan yollar döşeyip şeffaf basamaklar eklemiş. İskemleler, masalar her şey bembeyaz, sadece taş fırından çıkan üstü kızarmış mozerella ve fesleğenli hamurlar dikkat çekiyor.

Güneş batarken navigasyon nereden sapacağımızı söylüyor. Otelimizin önündeyiz, elimizle koymuş gibi buluyoruz binayı, tanımadığımız bir köyü, ayak basmadığımız bir lokantayı. İtalya’yı arabayla gezmeyi seviyorum. Yollar yeşil, yollar sakin, tarlalarda gelincikler. Duman rengi zeytin ağaçlarının yaşlı gövdeleri kıvrılarak toprağa saplanmış.

Bari’de eski şehrin dar sokaklarına ne güneş ne de yağmur ulaşamıyor. Bir zamanlar Bizans’a ait bu topraklar İtalyan’dan çok Yunanlı. Ekspresso, pizza ,fesleğen kokusuna rağmen Yunanlı. Evlerin kapısı açık, dantel perdeler dalgalanıyor. Pazar günü ailece toplanmış İtalyanlar. Uzun sofralar kurulu, çocuklar bir içeri bir dışarı koşturuyor. Ağaçlara yer kalmasa da balkonlardan rengarenk çiçekler sarkıyor. İplerde çarşaflar, sokak mis gibi deterjan kokuyor. Kilisenin önünde bir kutlama var. Bir grup ortaçağ kıyafetlerine bürünmüş, pelerinler yerleri süpürüyor. Ellerinde sancak, ellerinde davul.

İtalya’nın bilinmedik bir köşesine saklanmış, Osmanlı’dan yadigar peri evleri bana Kapadokya’yı hatırlattı. Huni şeklindeki gri taş çatıların üstünden battı güneş. Beyaz badanalı, tek odalı evlerin perdeleri kapalı, küçük dükkanlarda hediyelik eşyalar, pastane tezgahına dizilmiş çikolatalı, marmelatlı kruvasan ve canoliler. Osmanlı çizmenin topuğunu ülkesine katamasa da izini bırakmış. Esir düşünce Alberobello’daki evleri yapan Türk denizciler kendi topraklarına döndüğünde köyün simgesi haline gelmiş bu evler. Külah damların üstünde yükselen küçük şekiller mimarın mührü, çatıya beyaz boyayla yapılan işaretlerse Tanrı’ya ev sahibinin mesajı, duası, dileği. Hep gökyüzüne yalvardı insanoğlu, ben avucumu açtım, o çatısını boyadı, küçük kız yatağa girmeden önce diz çöküp tavana dikti gözlerini ve çiçekler yüzlerini güneşe döndü.


Hande Berra'ın Yazısı.