Orkun Elmacıgil

Zihindeki Avrupa’yı pratiğimizle de tamamlayıp onun somutluğuna varmak için arkadaşımla sırtımızda çantalarla 20 gün sürecek bir Avrupa seyahatine çıktık. Turistik ve öğrenciye yönelik bir seyahatten ziyade kafamızın içinde müphem bir şekilde duran soyutluğu somuta erdirmek istiyorduk. Erdirdik de.

Avrupa kelimesi içinde ikircikli bir anlam taşıyor. Bu anlam hem bizim Avrupa’ya karşı devlet politikamızı körükleyen bir anlam, hem de Avrupa’nın gerçeğini bizzat oraların betonuna değerek yaşayan göçmenler, siyahiler, toplum dışına  itilmişler için acı biçimde sunan diğer bir anlamı içinde taşıyor. Avrupa, ikidir. Tek bir Avrupa yoktur, bu sebeple Avrupa’nın ‘yüce’ değerlerinden söz edilirken ikinci anlamın dışlanması bizi birinci anlamın haklılığına götürür. Bizde,  zihindeki Avrupa’yı pratiğimizle de tamamlayıp onun somutluğuna varmak için arkadaşımla sırtımızda çantalarla 20 gün sürecek bir Avrupa seyahatine çıktık.

Turistik ve öğrenciye yönelik bir seyahatten ziyade kafamızın içinde müphem bir şekilde duran soyutluğu somuta erdirmek istiyorduk. Erdirdik de. Gezimizin rotası kalınacak 4 ülke ve 5 şehri içeriyordu. İlk durak olarak Fransa’nın Marsilya şehri, sonrasında Paris, Fransa sonrası sırasıyla Brüksel(Belçika), Amsterdam (Hollanda) ve Berlin seyahatimizin iskeletini oluşturdu. Cebimize koyduğumuz İnterrail biletleri sayesinde şehirler ve ülkeler arası tren seferlerini bedavaya getirebildik, bu Avrupa’da birden çok ülkeyi deneyimlemek isteyen arkadaşlar için olmazsa olmaz bir gereklilik.

Marsilya, Cezayir’in Başkenti

Saat 03.00 sularında Marsilya havaalanına inerek sahaya çıkmış olduk. Artık bizim değil, ‘onların’ topraklarındayız, sağa sola fırlatılan bir kaç ‘yerli’ bakış, havaalanının tenhalığından duyulan huzursuzluk... İlk gece, terminallerden birinde nispeten  gözden uzak banklar bulup uzanıyoruz, ertesi sabah bambaşka bir gerçekliğe uyanmak üzere, bu gerçeklik bizzat Avrupa’nın tezatını oluşturan Marsilya: Avrupa içinde bir Kuzey Afrika kenti.

Marsilya’yı bir durak olarak seçişimizdeki beklentilerimizin  karşılığını orada geçirdiğimiz üç gün boyunca ziyadesiyle aldık, Marsilya, Avrupa’ya duyulan öfkenin yine Avrupa’nın içinde birikmesiyle kendini büyütmüş bir kent. Dört bir yanda Cezayir  formaları, tişörtleriyle dolaşan gençler, burasının Fransa’nın güne- yindeki bir tatil kenti değil, Cezayir’in başkenti, bütün kuzey Afrika halklarının Fransa ve onun sömürgeci politikalarına duyduğu tepkinin bir noktada keskinleşmesinin, yoğunlaşmasının durağı olduğunu gösteriyor bize. Avrupa 50 sene önceki susturucu baskıyı uygulayamıyor bu topraklar üzerinde, zira Marsilya’da yaşayan 2 milyonu aşkın nüfusunun yarısından fazlasını bu mağripli öfkeli blok oluşturuyor.

Fırsat bu fırsat diyerek konuştuğum bir kaç mağripliyle onların hayatında önemli olan 3 şeyi idrak edebiliyoruz: Olympique de Marseille(geçen sene Fransa Ligue 1’de şampiyon olan şehrin takımı), Rap ve Cezayir. Futbolla yeterince rabıta kuran bizler için  şehir takımıyla aralarında kurdukları bu ilişki pek ilginç gelmiyor zaten, Cezayir meselesi ise nüfusun büyük çoğunluğunun kuzey Afrikalı olması ve Cezayirli olmayan mağriplilerin bile Cezayir’e muhabbetle bakmasına neden oluyor, ancak şehrin  damarlarını genişleten, zihnini açık tutan diğer büyük gücün, ilgi ve coşku kaynağının adı Rap.

Şehre dış banliyölerinden itibaren girmeye başladığımızda gözümüze sokak sanatlarının yaygınlığı ve bilgeliği çarpmıştı. Marsilya’da boşta duran, temiz bir duvar bulamazsınız, şehir varoş çocuklarının bütün Avrupa’nın yüzüne kustuğu, şiirle  eşdeğer graffitilerle süslenmiş bir halde. Aynı zamanda tesadüfen bir ritüeli daha öğrenebildik, geceleyin Marsilya tren garının önünde pineklerken: Break- Dance. 5-6 kişilik bir grup yanlarında getirdikleri dev hoparlörleriyle sadece kendileri için,  hiç kimsenin bulunmadığı o boş gar meydanında dans ettiler. Bunu romantik bir yere bağlamak istemem ama hayatımzıda gördüğümüz en esaslı ve anlamlı dansı Marsilya’da bu fakir varoş çocuklarından, Avrupa’nın ‘halk’ından görmüş olmak o  gün içimizi tazeledi ve bizi betonun, kaldırımın gerçekliğine taşıdı. Kafanı koyduğun, üstünde dans ettiğin, adam vurduğun, öldüğün, graffiti yaptığın, sticker yapıştırdığın yaşayan kötü ve kirli bi’şiy Marsilya’da beton, yani kaidelere ve peyzaja bağlı bir  kaldırım ve beton değil, bizzat doğu’ya, Kuzey Afrika’ya ait, Avrupa’ya değil!

Ziyaretimiz Avrupa’nın en güney noktalarından Marsilya’dan sonra direkt kuzeye çıkmak üstüne kuruluydu, bizde kuzeye çıktıkça halkın azalıp, burjuvanın artacağını, kaosun yok olup, sıkıcı ve kasvetli bir düzenin peydah olacağını düşündük.  Tamamen yanıldığımız söylenemez bu öngörüde, ama Paris’e ‘çıkınca’ şunu anlıyorsunuz ki, yaşam, yani ezilmişlerin mükellef olduğu ve onları ezenlerden daha iyi uyguladıkları şey kendine her yerde yol bulabiliyor, çünkü Avrupa’nın hiçbir yeri  tamamıyla göçmenden arındırılmış değil, sömürü her yerde kendini idame ettirmenin yolunu bulmuş ve onları kullandıktan sonra şehrin dışındaki banliyölere(şanslılarsa), sokağa, çetelerin eline atmış.

Ziyaretimizde en çok Marsilya’yı sevmemizin nedeni de bu, diğer duraklarımızda yaşam bir oyun oynuyor ve sonunda kaybeden hep göçmenler, siyahiler oluyor, Marsilya ise Tatar Ramazan gibi “Ben bu oyunu bozarım!” diyebilmenin kenti, artık bu kentte oyunu piyasaya, politikaya, çoğunluğa  hakimler değil sokağa hakim olanlar kuruyor. Biz bu oyunu bozarız!

Paris, İdeal Avrupa’nın Başkenti

Paris’i Berlin’le veya Londra’yla Avrupa’nın başkenti, kültürel membaı olarak karşılaştırmanın mümkün olamayacağını, bir prototip olarak Paris’in bu ünvanı çoktan eline geçirdiğini anlıyoruz. Anglo-Sakson kültürü ve Frankofon kültürü arasında  yapılacak bir kıyasta Avrupa’yı bu Frankofon kültürün çekip çevirdiği, oyunun kültürel altyapısını kuran tarafın Fransızlar olduğu yadsınamaz bir gerçek. Bunu sağlayan sadece şehrin içinde barındırdığı müzeler(ki en meşhuru Louvre müzesidir,  rönesansa bitimsiz bir övgü olarak açıklayabiliriz bu müzenin içeriğini ve işlevini), katedraller, mezarlar, anıtlar değil tabi. Bir yaşayış stili olarak Paris Avrupa’ya durmadan bir şey sunmakla meşgul, insan hakları, basın özgürlüğü, islam karşıtlığı,  burjuvazi ve aklınıza bu kavramlardan hareket ederek serbest çağrışımla gelecek diğer bütün şeyler Fransa’nın gündeliğinde bir damar olarak kendine yer bulunuyor.

Tabi burada da bize az da olsa nefes aldıran, Paris’in banliyölerini dolduran ve  zaman zaman merkezini ‘yakan’ mağripli çocuklar. Onları çektiği acılar bize intikam duygusunu bahşetmesi gibi sadistik bir duygudan bahsetmiyorum, sadece gördüğümüz somutluk içimizi rahatlatıyor ki o da şu arkadaşlar; Avrupa bu çocukların  dedelerini, ninelerini, annelerini, babalarını sömürdü, hükümetler şimdi bu çocukları da sömürüyor ama en azından önceki nesiller gibi bu sömürüye bir mecburi rıza gösterme durumunda değiller, yaptıkları her serserilik, burjuvazinin eğretisinde  duran her bir tavır bu toprakların mide bulandırıcılığını biraz daha azaltacak. Bunun farkında olmak tüm seyahat boyunca üzgünlüğümüzü azaltıp, umudumuzu harlandıran da bir etken oldu.

Brüksel, Avrupa Bürokrasisi veya Yalana Tutunmak

Brüksel’in sıkıcı bir kent olduğu izlenimini gezi öncesinde edinmiştik ancak hiçbir şehre önyargıyla yaklaşmamak gerek diyerek ve Paris’e de trenle yalnızca 2 saat mesafede olduğu için gezi rotamıza mıhladık Brüksel adını. Şehre vardığımızda  evsizler ordusu ve suratı asık Flamanlar. Flamanlar ülkenin zengin kesimini oluşturuyor ve Belçika’dan ayrılmak istiyorlar, Fransa’da bir baskı aracı olan Fransızca, burada alt sınıfların, gariplerin dili konumuna düşüyor, yeryüzünde daha büyük bir  iştahla Fransızca konuşabileceğiniz tek yer Belçika. Brüksel, Marsilya’yla boy ölçüşecek düzeyde müslüman nüfusa sahip bir yer, müslümanların rahat ve tavırlı yürüyüşleri ve tepkisel olarak, bir eda haline dönüşmüş fransızcaları, Brüksel bu büyük tezatı görmek için bile gezilecek vakit geçirilecek bir yer.

Avrupa Birliği Genel Sekreterliği’ne 100 metre mesafedeki parkta evsizlerin yatması, sefalet ve yoksunluk içindeki durumları Avrupa’yı ülkemizde abartıp, allayıp pullayan, Türk halkının üstüne  işte böyle olmalısınız diye sunan kimseler için verilecek en hakiki cevaplardan. Bir yalana tutunuyor bürokrasi, eşitlik, inançlara saygı yalanına, bu yalanın dışarıya aksinde, yani propaganda, reklam ve pazarlamada sorun yok, ama içeride bu  yalana karşı gitgide büyüyen nefret, teslimiyetsiz kitleler, inançları nedeniyle vatandaşlık hakkından yararlanmayan kesimlerin duvarında elbet kırılacaktır. Bu yalan, Avrupa’nın tutunduğu bu yalan er geç yine kendi varlığının üstüne yürüyecektir. İnşallah.

Amsterdam - Berlin, Serbest Soğukluk ve Umutsuz Gençler

Amsterdam serbestiyetiyle batının gönlüne taht kurmuş. Burada aklınıza gelecek her şey serbest mottosu şehri besleyen damarı oluşturuyor, ama bir şeyle mukayyet olmak, serbest olmamanın haysiyetini tadamamış o batının mottosunu. Şehir  her şey serbest olduğu için bireysel bir güvenliği içeriyor olabilir, altyapısı, şirin evleri, değirmencikleri bile olabilir, ama kimyasallarla ısıttıkları beyinleri Hollanda’nın kültürünü, gündelik yaşayışını o soğukluktan kurtarabilir mi? Bu da Hollanda’nın  ve dahi bütün Avrupa’nın sorusu olsun. Berlin demek bizim için Kreuzberg demekti, büyük Türk mahallesi, gavurca gettosu.

Berlin’de kaldığımız üç gün boyunca aklınıza gelebilecek her yerde Türkçe konuşarak birileriyle kontak kurabildik, bu yurda  dönmeden önce zihnimi Türkiye için tazeleyen, tokatlayan bir deneyim oldu. Kreuzberg’i kısaca anlatmak gerekirse yaşlıların ve orta halli Türklerin geçim derdiyle, gurbetle; gençlerin ise rap ile ve o soğukluktan kendi ortamlarını yaratarak kurtulma çabalarıyla meşgul olduğu bir taban bizi bekliyor. Adım başı bulabileceğiniz kebapçılarda, Almanya geneline çok ucuz fiyatlara çok iyi ve bir o kadar da yerli yemekler yiyebiliyorsunuz. Berlin, Alman kültürünün yaşamasına gösterdiği yönelimi Türk göçmenlerin asimilasyonu ve nüfus içinde Almanlaşma’sıyla birleştiriyor.

Peki Almanlaşmak ne demek? Alman gençlerinin yüzlerindeki umutsuzluk ve amaçsızlığı Alman kültürü, sadece Berlin tarih müzesindeki reprodüksiyonlarda, heykellerde  ve afişlerde kalmış o puslu kültür mü silip atacak. Ayaklarımızı orada bir süre eskittik, gezdik, gözlemledik ve hayır diyoruz, kültür veya politik atılımlar değil üstüne bindikleri azınlıklar, göçmenler ve onların diri, intikam isteyen ruhu adam edebilir o  toprakları, başka yoldan geçiş yok!


GENÇ'ın Yazısı.