Mürsel Demir

Muhtasar Trabzon Târîhi

Trabzon, târîhî süreç içerisinde çok eski devirlerden bu yana varlığını sürdürmüş bir şehirdir. Târîhî kaynaklarda Trabzon şehrinden ilk söz eden, M.Ö.400 yılında bölgeye gelen Ksenephon’(M.Ö. 430-355)’dur. Trabzon isminin muhtelif şekillerde kullanıldığı kaynaklarda belirtilmiştir. Manâsının ise, “iki başlı gümüş kartal yuvası” ve “altın kartal ağzı” olduğu söylenmiştir.

Şehrin kuruluş târîhi M.Ö. 756 yılına kadar dayanmaktadır. Kimi araştırmacılara göre şehir Miletler tarafından kurulmuştur. Fakat şehrin Miletlerden önce de var olduğunu ileri sürenler de vardır; meselâ Pelagslar’ın Kafkaslardan Karadeniz’e gelerek Trabzon şehrini kurduğunu söyleyenlerde vardır. Efkâr-ı umûmîye binâen şehrin kuruluşu hakkında müverrihler, ittifak kuramamışlardır. Şehir, Kimmerler, Gaşkalar, İskitler gibi muhtelif toplulukların hâkimiyeti altına girmiştir. Daha sonra İskitlerin elinde bulunan şehri, İskitlerin egemenliğine son veren Medler istirdâd etmiştir. M.Ö. 550-332 yılları Pers Dönemi olarak kabul edilir. Persler, imparatorluk topraklarını satraplıklara ayırarak yönetim şekli teşkîl etmiş, Trabzon’da “Kapadokya Satraplığı” içinde yer almıştır. M.Ö. 298’de kurulan Pontos Devleti, M.Ö. 63’e kadar hâkimiyetini sürdürmüş, bu târîh de ise, Roma İmparatorluğu’nun eline geçmiştir.

İmparatorluk ikiye taksîm olunca, Trabzon, Doğu Roma İmparatorluğu ya’ni Bizans’ın egemenliğine geçmiştir. 705 yılında ilk kez, Müslüman Arap ordularından bir kol Trabzon Bölgesi’ne girmiş ve İslâmlığı tanıtmıştır. 1058 yılından itibarense, Müslüman Türk orduları Trabzon Bölgesi’ne akınlar yapmışlar ve şehrin kale duvarları önlerine gelerek, kale dışındaki şehir de dâhil olmak üzere bütün Doğu Karadeniz Bölgesini istilâ etmişlerdir. Bizans’ın başkenti İstanbul’da çıkan taht kavgaları ve daha önemlisi 1204’te Haçlı isti’lâsına ma’rûz kalan İstanbul’dan kaçan Alexios Komnenos, Trabzon’da Trabzon İmparatorluğu’nu kurmuştur. 13. yüzyılda Türkler Karadeniz sevâhiline yerleşmeye başlamıştır. Yine 13.yüzyılın ilk yarısında Trabzon’a yönelik akınlar gerçekleştirilmiştir. Türkiye Selçuklu hükümdârı Alâeddîn Keykubad, Karadeniz’e yönelik seferler tertîb etmiş, 1228’de Trabzon muhâsara edilmiş lâkin istirdâd edilememiştir. Fakat şehir üzerine tahakkuk ettirilen akınlar sonucu Trabzon İmparatorluğu, vergi vererek Türkiye Selçuklu Devleti’nin hâkimiyetini tanımıştır.

Selçuklular tarafından Samsun’un doğu kesimine bölgenin güvenliği için yerleştirilmiş olan Çepniler, Karadeniz sahili boyunca ilerleyerek bu bölgelerin Türkleşmesinde önemli rol oynamışlardır. Etraftaki diğer Türk boyları ile ittifak teşkîl edip, Trabzon İmparatorluğu üzerine akınlar yapmışlardır. 1402’de Timur’un egemenliği altına giren Trabzon, 1405’te tekrar bağımsızlığına kavuşmuş, 1453’te Fatih Sultan Mehmet’çe vergiye bağlanmış, fakat vergisini vermediği için 1456’da Osmanlı Türklerince kuşatılmış, vergisini artırıp istilâdan kurtulmuştur. 1461 yılında Fâtih Sultan Mehmed, Sadr-ı A’zâm Mahmûd Paşa’yı donanma ile Karadeniz’e göndermiş, kendisi de kara ordusuyla Trabzon önlerine gelmiştir.

Sultan’dan bir ay önce şehir önlerine gelen Mahmûd Paşa, şehri muhasaraya başlamış idi. Fâtih Sultan Mehmed de şehre varınca, Trabzon hükümdârı David, karşı koyamacağını idrâk edince şehri teslîm etmiştir. Kimi müverrihler 15 Ağustos 1461 kimi müverrihler ise 26 Ekim 1461 târîhinde şehir, Osmanlı hâkimiyeti altına girmiş ve daha sonra burası Şehzâde Sancağı hâline gelmiştir. 1916 yılında şehir Rus işgâline ma’rûz kalmışsa da, 1917’de çıkan Bolşevik İhtilâli sonucunda Ruslar, bölgeden çekilmişlerdir. Osmanlı Devleti’nin devamı niteliğinde olan Türkiye Cumhuriyeti’nde ise “altmış bir (61)” no’lu il olarak yerini almıştır.

Trabzon’un Ehemmiyeti

Târîh boyunca Trabzon’a gelen akvâm, Karadeniz Bölgesinin sert mîzâcı ile vicâhî olunca daha çok insan yaşamına muvâfık, ulaşımın rahat sağlandığı yerlerde ve kıyılarda yaşamışlardır; dolayısıyla bu durum bir siyâsî teşekkülü menfî’ hâle getirmiştir. Trabzon coğrâfî olarak Karadeniz Bölgesinin doğu bölümünde yer alır. İpek Yolu üzerinde bulanan şehir akarsu ve geçitleri ile iç bölgelerde iletişimi sağlar. Bu özelliğinin yanı sıra Eskiçağ’da var olan yeraltı zenginlikleri ve bu zenginliklerin denizaşırı ülkelere naklini sağlayacak elverişli limanları, şehri ekonomik ve ticari bir merkez hâline getirmiştir.

Ayrıca bol su kaynaklarının bulunması, denizden yararlanabilme olanağına sahip olması, insanların bölge ile daha da ilgili hâle gelmesini sağlammıştır.

Değişik edvârda muhtelif milletlere ev sâhipliği yaptığından dolayı, bölgede bu milletlerin kültürel izleri kalmıştır. Her gelen millet, şehri, her açıdan bir yenileştirme, iyileştirme, eklemelerle mükemmelleştirme ve muhkemleştirme çabası içerisine girmiştir. Osmanlılarda buraya çeşitli ilâveler yapmıştır. Kale ve liman ile birlikte Osmanlı Devleti’nin buraya yakın bölgelerde yaptığı savaşlarda önemli bir üs görevi görmüştür.

Balıkçılık açısından da bereketliydi. Özellikle dağları bakır ma’deni yönünden zengindi ve buraların yolları yoğun bir şekilde kullanılmış ve antik yol güzergâhları tarafından desteklenmiştir. Trabzon, kara yoluna oranla daha güvenilir bir deniz yoluna sâhip olup, ticârî fa’âliyetler açısından hem deniz hem de karayollarının kesiştiği bir yerde olması yanında rahat bir ulaşım imkânı sağlayıp, Doğu Asya ve Kafkaslardan batıya, batıdan da bu yerlere yapılan yolculuk ve nakliyatlarda kullanılan bir kavşak noktası idi.

ŞALPAZARI

Trabzon’un batısındadır. 1809 yılında Çepni Vilâyeti sınırları içinde ve Görele’ye bağlı olan Şalpazarı, bu tarihte gönderilen bir fermanla Vakfıkebir’e bağlanmıştır. Bakanlar Kurulu’nun 7.12.1953 tarih ve 4-1945 sayılı kararı ile tam teşekküllü bucak hâline getirilen Şalpazarı, 2.6.1968 tarihinde Belediye Teşkilâtına kavuşmuş ve 7.12.1987 tarihinde de ilçe olmuştur. Kireç, Çamkiriş, Dereköy, Kalecik (yöre ağzıyla Galacuk), Sugören ve Turalıuşağı (yöre ağzıyla Duralıuşa) olmak üzere 6 mahallesi ve yaklaşık 22 köyü vardır.

Bölge çok fazla engebeli ve dağlık bir arâzîye sâhiptir. Hayvancılık yapılmakta lâkin tarım pek fazla yapılamamaktadır. Bu nedenle ilçede bahçe tarımı ve hayvancılık gelişmiştir. Hayvancılığa istinaden süt ve süt ürünleri, arıcılık bölgenin gelir kaynaklarındandır.

Köylerin hemen hemen hepsinde ilkokul vardır. Bazı köylerde Kur’ân kursları vardır, ilçe merkezinde bir ilkokul, bir lise (Çok Programlı Lise), bir İmam Hatib Lisesi, bir de Sağlık Meslek Lisesi vardır. Merkez de iki büyük câmi’ vardır. Yine Şalpazarı-Beşikdüzü, Şalpazarı-Trabzon arası yolcu taşıyan hatlar –dolmuşlar- mevcûddur. Yaklaşık 5 aded de fırın vardır. İlçe de Çarşamba günleri hem Turalıuşağı, Çamkiriş, Düzköy taraflarından giriş kısmında hem de İmam Hatib Lisesi’nin önünden az ilerisinde bulunan düğün salonuna kadar uzanan pazarlar kurulur. Bazen düğünlerin de yapıldığı bir ‘halı saha’sı da bulunmaktadır.

ÇEPNİLER

Çepnilerin ismine, Kaşgarlı Mahmûd’un eseri Dîvân-ı Lügâti’t-Türk’te Oğuz boylarını gösteren bir listesinde rastlanır . Aynı zamanda Çepni adına, Reşîde’d-dîn Fazlullâh’ın eseri olan Câmi’ü’t-Tevârih’te, Ebu’l-Gâzî Bahâdır Han’ın eseri Şecere-i Terâkime’de, Kâtib Çelebi’nin eseri Cihannümâ’da, İbn Bibi’nin Selçuknâmesi’nde de rastlanır.

Anadolu’nun fethinde, iskânında ve Türkleşmesinde mühim roller oynamışlardır. Hacı Bektâş-ı Velî’nin Sulucakarahöyükte’ki ilk müridleri Çepnilerdendi. Sinop’a saldıran Trabzon Rum İmparatorluğu İmparatoru Giorgi’yi denizde yenerek, Selçuklu Türkiye’sinin önemli ticâret limanının Rumların eline geçmesine mâni olmuşlardır.

Anadolu’ya ilk ayak basan boy veya boylardan biri olduğu söylenir. 1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra Türk boyları Anadolu’da yerleşmeye başlamış; Çepnilerde Sinop ve havâlîsine yerleşmişlerdir. Bu bölgede oldukça güçlenmiş hatta Trabzon Rum İmparatorluğu’nu denizde mağlûb edecek kadar da kuvvetli bir donanmaya da hâiz idiler. Moğolların Anadolu’yu isti’lâ etmesinden faydalanarak Sinop’u almak isteyen ve bu gâye ile Sinop’a donanma gönderen Trabzon İmparatoru Giorgi, kendisini gemilerle denizde karşılayan Çepni Türkleri tarafından mağlûb edilerek geri püskürtülmüştür. Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın Trabzon’u fethine yardım ettikleri hemen hepsine verilen zeâmet ve tımarlardan anlaşılmaktadır. Çepni halkının büyük bir kısmı müsellem olarak hizmete alınmış, câmi’ ve zâviyelerde görevlendirilerek vergiden muaf olmuştur.

MUHTELİF LÂKABLAR ve YER ADLARI

Şalpazarı’nda, neredeyse her adamın bir lâkabı vardır. Hikâyesi var veya yok bir ek isim söylenirdi. İşte bu başka isim takmaya Ayama denir. Çocuğun boyu kısa diye Töngel, adamın boyu uzun diye Çam Hasan, bir başkasının saçı yok diye Ördek Ali, bir kadın çok koşuyor diye Goşmagil denmiştir.

Şalpazarı’na aynı zamanda Akhisar, bu da zaman içinde değişerek Ağasar’da denilmiştir. Çelik’e göre Ağasar ismi, Çepni isminin yerine geçmiştir. Yine Alagavur adı da Ruslardan kalmadır. Dibekyanı, Dondaş Yaylası, Dokuzluk Yaylası, Kabasakal, Dereköy, Düzköy, Sazaklı, Kanlı Kaya, Küpyanı gibi muhtelif adların kendine âid hikâyeleri mevcûddur. Sisdağı da, sisi eksik olmadığı için bu adı almıştır denir.

Şalpazarı adının menşe’ine nazar edildiğinde “Şar pazarı” veya “Şar yeri” olarak salnâmelerde geçmiştir. “Şar” kelimesi Farsça olup, kadınların elbise yaptıkları çok nazik ve hafif kumaş anlamına gelmektedir. Ali Çelik, Şalpazarı isminin “Farsça bilen Çepniler”in verildiğini söyler. ŞALPAZARI MANİLERİ

*

Derenin gıyısından

Bak gelene gelene

Gene daktım gafamı

İnce düşüncelere
 


Dere geliyu dere

Gumunu sere sere

Dere alda git beni

Yârim olduğu yerim

*

Ha buradan gölüler

Gıraluğun depeleri

Ana sağa gim verdi

O guruş küpeleri

 

Haburadan ukarı

Dağa gidelum dağa

Aç da gel kollarını

Sarılayım ben sağa

*

Kar yağdı kapattı

Kapının eşiğini

Eski yârin aşkın

Ver Allah’ım yenisini

 

Gara gara gazanlar

Gara yazı yazanlar

Cennet yüzü görmesün

Aramızı bozanlar



Karınca kararınca

Karıncaya varınca

Ben bir hoş oluyum

Yârin gözüne bakınca

*

Yaylanın çimenine

Taylar yayulur taylar

Ne zamanıdı gülüm

Gonuştuğumuz aylar



Yaylanın çimenine

Koyun serilince

Eller ne karışıyuda

Benim sevdiceğime



Yaylanın soğuk suyu

Vurur dişlerime

Babamda bakmaz oldu

Bu benim işlerime

 

Yayla yayla gezersin

Çimenleri ezersin

Yaylada çiçek çoktur

Hangisine benzersin …

NİNNİLER

Nenni ederim seni, nenni

Uyudurum ben seni,

Böyüdürüm ben seni,

Yörüdürüm beni seni, yörüdürüm.



Uyuşunda böyüsün,

Benim güzel çocuğum,

Uyusun da böyüsün,

Dağlarda yörüsün

 

Nenni ederim oğlumu da,

Uyudurum oğlumu

Uyusun da böyüsün,

Anasıyla yörüsün.



Uyu oğulum uyu,

Uyu da böyü oğlum,

Babannen golundan,

Dutar, yörüsün oğlum.

KINA VE GELİN TÜRKÜLERİ 

Gelin gapılarına giderim.

Yener, senin gelinini istemelere giderim.

Gına türküsü söylesin anneannesi derlerse:

Gelünüm, gadunum

Ver eline gınıye

Gınaların datlı olsun

Varduğun yerlerde dillerin datlu olsun



Geline göre bi gardaş

Çeker atını yavaş yavaş

Geline göre bi ana,

Ağlasın yana yana…

yana yana…

Geline göre bi baba

Ağlasın gaba gaba.

Gelinim, gadunum

Ver elini gınıye gınıye

Gelinim, dillerin datlu olsun,

Varduğun yerlerde, hayırların çok olsun, önlerin açık olsun yavrum…

Varduğun yerlerde Allah sizi mutlu edsin.

Ver elini gınaya yavrum,

Gınaların gutlu olsun.

Geline göre bi ana…

Ağlasın yana yana…

Benim gibi yana yana…

yana yana… Ahh…!

**

Ağlamasın ağlamasın

Gelinin, gelin anası,

Geline izin versin,

Gelinin anası…



Babamın evleri gaba tütüyor,

Babamın evleri bana yetiyor.

Evlerinin önü gavak,

Gar yağar ufak ufak,

Gelinimin eli çiçek,

Bağında duvak…

Eyvah nenem eyvah…

Ben, gelin olmuşum,

Ayrılık yolunu,

Gözüme goymuşum.

Ağlamasın ağlamasın,

Hanımın anası,

Geline izin versin,

Gelin anası…



Evleri ıssız goydu

Gaplarımı susuz goydu …

Dağdan kesdüm cevüzü

Hanı da gelünün ceyüzü

Dağdan kesdüm fındığu

Hanı da bunun sanduğu…



Gelin, attan inmem diyor,

Kareleri geymem diyor,

Odam donanmayınca,

Ben gelin olmam diyor.

Ben gelin olmam diyor.

BİR TÖMBELEK TÜRKÜSÜ

Habu evin kapısı,

Kesme daşdan yapısı,

Verin bahşişimizi gidelim,

Bura sengün gapusu…



Şekerim var ezilecek,

İnce bezden süzülecek,

Verin ağalar bahşişimizi,

Çok yerim var gezilecek.



Yeni cami direk ister,

Söylemeye yürek ister,

Benim garnım dok deme,

Arkadaşım börek ister.

YERADLARI İLE İLGİLİ TÜRKÜLER

* Acısu’ya gelirken

Saz Alanı’na yattık

Gaybana çökeleği

Tozu dumana kattık

Ağasar’ın kızları

Horon oynar da coşar

Ağasar’dan kız alan

On sene fazla yaşar,

Geydin beyaz fistanı

Gel savura savura

Bıraktın beni e gız

Gaçtın Alagâvur’a

Kadırga’nın başında

Gelir oturur kızlar

Bilmeyenler zanneder

Yere inmiş yıldızlar

Sis dağı’nın başından

Geçin göçlerim geçin

Nevruz teknelerinden

Benim için su için

Şalpazarı’nda satulu

Bu köyün kaşukları ,

Aldı yâri elimden

Köyün bulaşukları

ENTERESAN HİKÂYELER

*

Adamın biri bir gece vakti bir yere giderken yol kenarında bir eğlenceye rast gelmiş. İlk başta sanmış ki, düğün veya kına eğlencesi; iyice yaklaşıp bakmış ne var ne yok diye. Horon oynayanların arasına girmiş. Bir ara gözleri yere bakınca yanında oynayanların ayaklarını ters görmüş. Adam anlamış bunların cin (yöre ağzıyla ecünnü) olduğunu hiç bozuntuya vermeden horon oynamaya devâm etmiş. Fakat bakmış ki bunların duracağı yok, o da bir şekilde aralarından çıkmış yoluna devâm etmiş.

*

Şalpazarı’nın üç köyü olan Turalıuşağı, Düzköy, Çamkiriş sâkinleri Gümüşhâne’ye bağlı Aktaş Yaylası’ına göç vakti gelirler ve birkaç ay burada kalırlar. Yayla, dağlık bir arâzî üzerindedir. Bu yayladaki tepelerden bir tânesinin üzerinde üst üste yığılı mezar şeklinde taşlar vardı; bundan 3-5 sene evveline kadar. Rivâyet odur ki, burada bir evliyâ yatmaktadır. Buraya gelen insanlar du’â ederlerdi. Hattâ ba’zı anlatımlara göre o tepenin aşağısında bulunan bir evde ikâmet eden bir kadının rüyasına girdiği anlatılır. Yaklaşık 5 sene önce burası kaçak defineciler tarafından açıldı. Herkesin evliyâ var sandığı yeri kazmışlar ve orada bir küp kadar altın bulmuşlar. Şu ân hâlâ daha oraya girildiğinde görülür ki, dağınık hâlde bulunan taşlar vardır.

*

Yine mezkûr yaylada Kesik Baş adında bir tepe vardır. Rivâyet odur ki, o civârda yapılan bir cidâlde, Müslüman bir askerin başı savaş esnâsında düşman tarafından kesilmiş; orada bulunan arkadaşları da: “Bari başını düşman eline verme!” deyince, başsız asker, yerden kellesini koltuğunun altına alarak savaşmaya devâm eder. Nihâyetinde, bir yere kadar savaşır ve sonunda şehîd olur.

*

Bir başka hikâyede yine ma’hûd yaylada anlatılır. Rivâyet odur ki, iki adam bir yayla evinin kapısını çalar ve kapıyı açan teyzeden bir kürek ve kazma istemiş, çamura batan arabalarını çıkarmak için kullanacaklarını söylemişler. Bir müddet sonra aynı kapısı tekrar çalınmış ve kapıyı açan teyze kapı önünde, kürek ve kazmanın yanında yaklaşık bir avuç kadar da altın görmüş.

*

Yine Aktaş Yaylası’na gidecek kadına: “Allâh izin verirse yaylaya gidiyor musun?” diye sormuş. Kadın da: “Allâh izin verse de vermese de gideceğim.” demiş. Yola hayvanlarıyla birlikte çıkan kadın, bu hâlâ Dondaş denilen yere gelince, hayvanları ile birlikte donmuş kalmış.


GENÇ'ın Yazısı.