Ömer Öztürk

Ramazan ayının birinci akşamı Ortaköyde boğazın koynunda tertip edilen iftar programına katıldıktan sonra, ıhlamur ağaçlarının yeni çatlamış tomurcuklarının büyüleyici kokuları arasında sermest olmuş bir şekilde arkadaşımla Çırağan Sahil Yolu’ndan Beşiktaş İskelesi’ne doğru sıkı bir yürüyüş tutturduk. Bir ara yoldaşıma döndüm ve dedim ki, “şu İstanbul dedikleri öyle muazzam bir galaksi-şehir ki, dört yanında ayrı bir dünya dönüyor. Her gün bu kentte irili-ufaklı yüzlerce vaka vuku buluyor. Böyle muammalı bir diyarı idare etmek şüphesiz çok meşakkatli bir iştir.”

Çok geçmedi, hemen ertesi sabah o meşum Beyazıt Faciası meydana geldi. Çilekeş milletimizin alın yazısı yine kıpkırmızı bir mürekkeple yazıldı.

Neden derseniz?.. Dikkat ediniz, yaklaşık yüz yıl evvel Şehzadebaşı Karakolu’na baskın verip can alanlar bugün de Beyazıt Karakolunu hedef seçmişler, Şehzade Camii’nin bile kısmen hasar görmesine sebep olmuşlardır. Gök kubbemizden kara bulutlar hiç eksilmiyor. Bulutlar hep nimbüs, yani yağmur yüklü, rahmet yüklü bulutlar.

Ramazan ayına pek tatsız bir başlangıç yaptığımızı bilmem söylemeye hacet var mıdır? Öyle de olsa Ramazan baştan başa bir saadet iklimini de beraberinde getirir. Yüzlerce yılda oluşmuş kadim ve köklü bir Ramazan ananesi ve kültürü mevcuttur.

Ramazan kültürü dedik de, söz gelimi hiç düşündünüz mü, bizde tatlı yeme ve içme itiyadı neden bu kadar gelişmiştir? Tatlı yiyelim tatlı konuşalım düsturunu benimsemiş olan, sağlık ve esenlik içinde olma hâlini bile “ağız tadı” deyimiyle karşılamış olan ecdâdımız sütlü nuriyeden samsaya envai çeşit baklavadan Vefa’lı Koska Helvasına, güllaçtan sütlaça, akide şekerinden lokuma sayısız tadı dünya mutfak medeniyetine hediye ederken, batı âlemi bizde de Cumhuriyet sonrası, bilhassa 30’lu senelerde Markiz, Lebon gibi pastahaneler vasıtasıyla yeme kültürümüze dahil olmuş olan “pasta”dan öteye pek gidememiştir bu konuda.

Bizde tatlıcılığın, bugünkü tâbirle tatlı sektörünün dünkü tâbirle ise tatlıcı esnafının bu kadar büyümesinin yegâne sebebi kesinlikle ve kesinlikle Ramazan ayıdır. Hayır, yanlış okumadınız.. Şehr-i Ramazan.. Bunun da sebebi aslında çok basittir. Şöyle ki: Oruç tutanlar mutlaka tecrübe etmişlerdir. İnsan bir gün, iki gün aç ve susuz kaldıktan sonra kan şekeri, yâni kandaki glikoz miktarı yavaş yavaş azalır ve bu da giderek târifi imkânsız bir tatlı yeme ihtiyacı hasıl eder. İşte bu yüzden ecdâdımız yüzyıllar içerisinde baş döndüren bir zenginlik ve çeşitlilikte bir tatlı mutfağı meydana getirmişler, üstelik sadece tatlıyla da yetinmemişler, muhtelif şerbetler, mevsimlik meyvelerden çeşit çeşit kompostolar, hoşaflarla da vücudun su ihtiyacını pek tatlı ve latif yoldan temin etmişlerdir. İşte o sebepledir ki, günümüzde Ramazan aylarında – bizzat yetkili kimselerin de açıklamış olduğu üzere – Kola satışlarının patlaması ibretengiz bir aşağılık duygusu ve geçmişini unutma örneğinden başka birşeyle izah edilemez.

Ramazan ayı deyince, ilk akla gelen tatlı Güllaç, yâni güllü aştır ki, yapımı zor ve zahmetlidir. Osmanlı medeniyetinde lale ve sümbülle birlikte mühim bir yer işgâl eden gül, Farsça “gol” kelimesinden dilimize girmiştir. Mayıs ayında olgunlaşmaya başlayan bu bitki, gül suyu, gül yağı, gül şurubu, gül reçeli ve tabiî güllaç imâlinde kullanılır.

Bizde önemli tatlılardan biri daha ziyâde şekerleme olarak addedilebilecek olan lokumdur ki, hemen akla meşhur ve millî şekerlemecimiz Hacı Bekir’i getirir. Kelimenin aslı rahatülhulkümdür. Hulküm hayvan ya da insan boğazı anlamına gelmektedir. Halk ağzında yuvarlana yuvarlana zamanla ‘lokum’a dönüşmüştür. Rahatülhulküm boğaza rahatlık veren, boğazdan rahat geçen gibi anlamlar içerir.

Vaktiyle Türkiye’ye gelen bir Batılı rahatülhulkümü yemiş, çok beğenmiş ve batı âlemine bunu “Türkish Delight” yâni “Türk Lokumu” olarak tanıtmış ve pazarlamıştır. Gerçekten de, bugün Türk Lokumu Batı lisanlarında bir deyim olarak yerleşmiş, bu isimde şarkılar bile söylenmiştir.

Bu arada şu mühim hatırlatmayı yapmama da izin veriniz: dünün tatlıları bugünküler gibi şekerden, sunî tatlandırıcılardan, glikoz ve mısır şurubundan değil; bal, pekmez, meyve, tarçın, safran, hindistan cevizi, kakule v.b.’leri gibi tabiî katkı maddelerinden yapılırmış, zaten onların güzelliği ve özelliği de burada yatarmış.

Ramazan Bayramı yerine Şeker Bayramı ifadesi Cumhuriyet’ten sonra yaygınlaşmış olmakla birlikte, şahsen benim de pek tasvip etmediğim bir isimdir. Çünkü daha çok akla, 1930’ların başından itibaren ülkemizde kullanılmaya başlanan, zamanla giderek piyasaya tümüyle nüfuz eden, işlenmiş beyaz ya da esmer endüstri şekerini, getirir. Bugün artık Ramazan Bayramı ifadesi genel kabul görmüştür ama bayram Şevval ayına denk geldiğinden Şevval Bayramı dense de yeridir.

Kısaca tatlılarımızdan bahsettik ama o tatlıların fiyatlarını görünce tadınızın kaçmasını da istemem. Artık Ramazan ayı boyunca bir yerlerde, bir davette falan karşınıza çıkarsa şöyle bir nefis körletirsiniz, olur biter. Hayat hep tatlı olmuyor. Bunun bir de acı yüzü de var.

Hey gidi günler hey! Çocukluğumda enflasyon için “enflasyon canavarı” deyimi kullanılırdı. Şimdi düşünüyorum da, o olsa olsa şirin bir Tazmanya Canavarı idi; ya bugünkü? Aramızda her daim dolaşan ve kendini hiç mi hiç gizleme ihtiyacı hissetmeyen bir canlı bomba!...Tahrip gücü yüksek bir cep bombası!...

Ömer der ki:

Yiyelim, içelim amma ölçüyü kaçırmayalım; obez olmayalım; eskilerin deyişiyle “şikemperverlik”in yâni oburluğun, sürekli mide yatırımının âlemi yok; işkembeyi kübra eylemeyelim ( karnımızı balon gibi şişirmeyelim). Sadece bir ay değil, on iki ay nefsimize hakim olalım.

 


GENÇ'ın Yazısı.