Köşede bir adam kağıttan biblolar yapıp boyuyor. Öyle basit bir çalışma değil, eski bir sanatın izleri bunlar. İtalya’da herkes kendi halinde, insanları baştan aşağı süzüp inceleyen yok. Şehirler geçmişine sadık, sokaklar tenha, yollarda ne bir taksi ne de bir otobüs.

Güneşli bir günde soğuk rüzgâra aldırmadan kazağıma sarılıp buz gibi denizin kıyısında yürüyen sadece bendim. Kumlara gömülen parmaklarım kızarıp titreyene kadar dolaştım kumsalda. Ne bir yengeç vardı ne de kıyıya yaklaşan bir balık. Nisan güneşi ısıtamadı beni.

Şehir duvarları ve kale yükseliyor denizin dövdüğü kayalıktan. Benim aradığım yer, sekiz yüz kurukafanın sergilendiği bir katedral. Öğrenci gruplarının, fotoğraf çeken turistlerin peşine takılıyorum. Küçük dükkanları, sokağa taşan kafeleri, yağda kızaran balıklarıyla şirin bir kasaba Otranto ama tarihine yalan karışmış. Tahtadan kapısı karanlık, güneş ışıklarının yol yol süzüldüğü camları buğulu katedralin. Mozaiklere yansıyan dini hikâyeler yüzyıllardır zemine kazılı. Yaşam ağacının dalları Peygamberleri kucaklamış. Ejderha başlı aslan ve geyik gözlerini sımsıkı kapamış. Ah bir dile gelip de anlatsalar gerçeği! Cam dolaba hapsedilip sergilenen suçsuz iskeletler konuşun ve gerçek katilinizin adını verin bana. Büyük Yunanistan diye anılan bu topraklarda Katolik Papa’ya karşı geldiğiniz zaman, Gedikli Ahmet Paşa neden idam etsin sizi? Üstelik Bizans’a ait, Fatih’e geçen bu topraklarda.

Şehirden çıkınca ağaçların gölgesinde ilerliyorum. Lecce’ye giderken zeytin ağaçları ufka uzanmış. Bütün dünya sadece onlarınmış gibi kıvrık kıvrık köklerini toprağa saplamışlar. Baharı hissedince gerinerek uyanan yabani otlar bile çiçeklenmiş, gelincik tarlaları kıpkırmızı. Rüzgar sakin, güneş yumuşak, ot ve toprak kokuyor hava.

Lecce Güney İtalya’nın Floransa’sı, barok sanat bu şehrin duvarlarında bulmuş kendini. Kaşıkla bile şekillenen taşlar ustaların ellerinde kumaş gibi kıvrılıp, su gibi akar. Sokaklar üç yüzyıl evvelki görüntüsünde ne bir panjur eklenmiş ne de bir oda. Kahveler, tatlılar, insanlar, ağaçlar değişse de Lecce aynı kalmayı başarmış. Barok mimarinin kraliçesi bu şehir. Rokokonun ihtişamı yuvarlak hatlı köşelerden, abartılı pervazlardan taşmış. Binaların yanında tabiat sade kalıyor. Saatlerce yürüyorum taş döşeli sokaklarda. Kaybolmak istesem de mümkün değil, o kadar küçük ki eski şehir, bir yanda katedral meydanı diğer yanda amfitiyatro. Gençler duvarlara oturmuş sandviç yiyor. Tezgahlar rengarenk. Köşede bir adam kağıttan biblolar yapıp boyuyor. Öyle basit bir çalışma değil, eski bir sanatın izleri bunlar. İtalya’da herkes kendi halinde, insanları baştan aşağı süzüp inceleyen yok. Şehirler geçmişine sadık, sokaklar tenha, yollarda ne bir taksi ne de bir otobüs.

Yaşlı, kamburu çıkmış bir kadın balkonundaki çiçeklerini okşayarak suluyor. Tek tek temizliyor yapraklarını. Yaseminleri koklarken elleri titriyor. Parmaklıklardan birkaç eski halı sarkıyor. Perdeler uçuşuyor dışarı, rüzgara, güneşe, bahara doğru. Yıllar önce bu şehrin halkı ev sahibesinin kişiliğini ektiği bitkilerden tanırmış. Bugün gardenyanın, gülün anlamı unutulmuş. Komşusunun adını bilen, onunla dost olan yok. Herkes tek başına kendi hayatını yaşıyor. Üçüncü kata dayanmış itfaiyenin merdiveni, sedyede kara bir torba uzanıyor. İlk yardım görevlileri maskeli, seyredenler arkalarını dönüyor ölüye.

Buraya özgü limon kremalı bir pastayla çayımı yudumlarken güneş değiyor yüzüme. Bir güvercin arkadaşım olup tatlımı paylaşırken diğerleri ürkek. Ben kalkıp uzaklaştıktan sonra garson hışımla üstlerine yürüyene kadar tabağımda kalan kırıntıları gagalıyorlar. Basilica di Santa Croce şehrin ortasında gururla yükseliyor. Meyve, hayvan, çiçek ve meleklerle süslü binanın ünü kulaktan kulağa yayılmış. Kapının dibinde yüzünü kapayıp ihtişamlı duvarlara yaslanmış aç, üşüyen bir dilenci var. Kimse görmüyor onu. Plastik bardağa düşen birkaç metale secde ediyor.


Hande Berra'ın Yazısı.