Merve Karabulut

Bugüne kadar insanlık tarihinin bitmeyen merakla aradığı bir şey vardı. Hep aradığı ama asla bulamadığı şeydi “ölümsüzlük”. Her yerde ebediyeti aradı. Her şeyde bir sonsuzluk hasreti vardı. Bu yüzden hep uzaklaştı, kaçtı, görmek istemedi ölümü. Hep erteledi ölümü insanoğlu, yaşlılıkta kapısını çalar sandı. Ama görüyoruz ki çoğu zaman öyle olmuyor. Kapıyı bile çalmadan ansızın geliveriyor davetsiz misafir. Mezarlıklar korkup ürkütecek yerler değil de sevgililer sevgilisine kavuştuğumuz yer olarak kalmalıydı hafızalarımızda. Yüreklerimize işlemeliydi ölüm sevdası. Çünkü ölüm demek, vuslat demekti.

Çünkü ölüm demek, uyanmak demekti. Ölüm demek, O’na kavuşmak demekti. Ama biz kullar ne yaptık? Hayata sarıldık sımsıkı, istemedik onu bırakalım. Mezar taşlarını okumak istemedik belki ya da bir kazada vefat eden asla biz olamayız diye düşünüyorduk hep. Bir gün gidecek olan kişi olamaz mıyız gerçekten… Neden hep gitmemeyi düşünür ki insan bende bunu anlayamam hiç. Ne diyordu Tebrizli Şems “Hakkın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. Düzenim bozulur, hayatım alt üst olur diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden iyi olmayacağını?” Öyleyse nedir bizdeki bu telaş. Ölümün güzel bir şey olmadığını da nerden çıkarıyoruz ki. Düşünsenize bir, ya ölüm olmasaydı ya simyacılar ölümsüzlüğün formülünü bulsaydı. Ebediyen dünyada kalmak ister miydiniz? Asıl soru hep bu olmalı kanaatimce. “Sonsuza kadar bu dünyada kalmaya yüreğimiz razı mı?” Hayır, ne dersek diyelim yürek bu işe razı olmayacak. Çünkü yürek sahibini arıyor. Onu bulduğunda huzura kavuşacak.

Şükretmeliyiz binlerce kez… İyi ki ölüm var! Ya sonsuza kadar bu dünya hapishanesinde kalsaydı ruhumuz. Kafese konan bir kuş gibi… İçinde özgür olma, kanat çırpma hasreti varken bütün kapılar ona kapanmış gibi. Dünya bir sürgün yeri, bir çıkmaz sokak olurdu o şükretmediğimiz ölüm olmasaydı.

Haksızlıklar, hastalıklar, kalbi yakan acılar, savaşlar, kalbinde iman korkusu olmayan insanlığını kaybetmişlerin yaptığı zulümler ve daha neler neler. Bunlarla hep yaşamayı istemek ne akla ne de kalbe uygun değildi. Dünyayı anlamlı kılan, buraya Allah’ın rızasını kazanmak için gönderilmiş olmamızdı. Çoğu zaman, özelliklede çok sevdiğimiz kişilerden darbe yediğimiz zamanlarda “Yoruldum!” diye haykırmak ister dilimiz. Ama sonra birden yüreğimize su serpilir ve biliriz ki bir gün bu yaşadığımız bize bir güzellik olarak geri dönecek. Bir gün o bütün yorulmalar bitecek ve ebediyen dinleneceğiz. Bize güzellikleri getiren ölüm, yüceler yücesinden gelen ölüm nasıl kötü olabilir ki? Hem biz şunu da iyi biliriz “Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?”

Kalplerimiz dünyaya vurgunda bu yüzden göremeyiz gerçek aşkı belki de. Bir şüphe, çürütüyor düştüğü yeri. Bu dünyalık sevginin, ölümsüzlük isteğinin çürümesinin başı dünyadan şüphe etmekteydi. Çünkü o an şüphe, en yakın dostu olan merakı alır yanına ve çıkar keşfe. Ve işte o an girmiş oluruz vuslat yoluna. O yola giren düşüp kalksa da engellere de takılsa mutlaka yolun sonuna erişecek ve o an yaşayacak vuslat vaktini. Vuslat anı hiçbir ana benzemez. Onun tadı bu dünyadaki mutluluk veren hiçbir şey gibi değildir. O büyük vuslat vakti için, o büyük mutluluk için “kullanalım” bu dünyayı, ne dersiniz?


GENÇ'ın Yazısı.