Orta Doğu`nun Paris`i
Cami ve kiliselerin birbirine dayanıp ayakta tutmaya çalıştığı küçük bir ülke Lübnan. Ne caminden ne de kilisesinden vazgeçmiyor.
Bu ülke, iki din arasında sıkışıp kalınca komşu komşuyu tanımaz olur. Yıllarca önce iç savaş, şimdi de İsrail yüzünden gelişim, eğitim, hayat durur. Otuz yıl evvel Ortadoğu’nun Paris’i olarak anılan fiyakalı şehir bugün duvarlarında kurşun izlerini, tarihi kalesinde İngiliz güllelerini taşıyor. Saat kulesinin çevresindeki ara sokaklar, dünyaca ünlü moda evlerini ağırlıyor. Beyrutluların marka düşkünlüğü ve bu sokak bir araya gelince şehrin neden Paris’e benzetildiğini anlıyorum.
Saat Kulesi’nin çevresindeki caddeler trafiğe kapalı. Rengârenk çiçekler, onarılmış eski tarihi binalar ve şık kahveler arasında dolaşırken karşınıza çıkan Roman kalıntıları Hariri Camii ve kilise Beyrut’un özeti sanki. Meydanın çevresinde tarihi camilerden birini ziyaret etmek istediğimizde baştan sona arandık. Dünyanın neresinde olursan ol caminin içinde duyulan huzur hep aynı. Çıkışta karşılaştığımız panzer ve silahlı asker kuşatmasına üzülsek de; bunun Cuma namazı öncesi alınan bir önlem olduğunu öğrendik.
Yollarda İstanbul’dan daha çok lüks araba vardı. Son model arabalar arasından geçen silahlı asker dolu cipler, Güvenlik kontrolünden geçilerek girilen Phoenicia oteldeki mücevher fuarını gezen markaya batmış Beyrutlu kadınlar ülkenin yaşadıklarıyla tam bir tezat.
Beyrut’un kuzeyinde bulunan “Jaita Grotta” mağarası dünyanın yeni yedi harikasına aday olmuş. Beyrut’un suyunu sağlayan büyük bir gölü barındıran mağaranın ilk bölümü botla geziliyor. Üst bölümde bir kilometreden fazla içlere yürünebiliyor. Sarkıt ve dikitler ise olağanüstü. Yol üstünde eski bir Osmanlı köprüsünü geçip şahane kıyı lokantasına geliyoruz. Balık ziyafetine… Lübnan yemeklerine gelince… Tüm mezeler denenmeli. Baharatlı yemek seven sucuk denemeyi de unutmasın. Künefe yemeden, baklava almadan dönmemek lazım.
Harissa ‘da teleferikle Lübnan’ın leydisi diye anılan heykeli görmeye çıktık. Manzara muhteşem olsa da burada kiliseden başka bir şey yok. Aynı hızla geri iniyoruz.
Kuzeydeki son noktamız Byblos. Kalesinden bakıldığında 5000 yıllık tarihi kalıntılar ayaklarınızın altına seriliyor. Deniz ticaretinde söz sahibi olmuş bu şehirde üç ayrı zamanlı büyük tapınak, kraliyet mezarları, Neolitik kalıntılar, roman tiyatrosu bulunmakta. Haçlılara ait kaleyi Osmanlılar uzun bir süre hapishane olarak kullanmış. Şehirde diğer kalıntılar kadar değerli olmasa da benim için değerli olan, begonviller arasından minaresini göğe uzatmış hanımlara ait bir yer ayrılmamış bir camiydi. Hemen karşısına hanımlara ait mescidi yaptıran Sultan Abdülmecit ‘den başkası değil. Yüzyıllardır karşılıklı muhabbet eden bu ikili ve eski çarşı Osmanlı’nın Byblon’daki izleri.
Son günümüzde güneye Sidon’a iniyoruz. Muz bahçeleri arasında yola devam ederken İsrail’in bombaladığı otoban kullanılmadığından eski yolu kullanmak zorunda kalıyoruz. Denizin üstündeki şatosuyla zihinlere kazınan Sidon‘un geçmişi M.Ö.16.yüzyıla dayanıyor. Eski çarşı, evlerin arasında dar yollara kurulmuş. Arapça ve Fransızca sizi çağıran satıcılar, kahve ikram eden kahveci, taburesinde örgü ören ihtiyar, tahtayı yontan kızıl sakallı zanaatkârdan oluşan insan tablolarının arasından geçerek eski Han’a vardık. Bugün bakımsız olsa da zamanın ünlü tacirlerini ve gezginlerini ağırlamıştı.
Güneyden dönüşümüz, içlere doğru dağlara tırmanarak başladı. Bu bölgede yaşayan Dürzüler kıyafetlerinden tanınıyor. Beiteddine‘e (Beşir’in sarayı) giderken yolda Moussa Şatosu’nu gezdik. Mimarıyla da tanıştık. Tek başına 52 yılda inşa ettiği şatonun içi Madame Tussaud müzesine rakip olacak kadar güzel tasarlanmış. Mumyalar tüm Lübnan hayatını ve tarihini gözler önüne seriyor. Emir Beşir Shihab’ın 18.yy. da yaptırdığı sarayın büyüklüğü ise 500 at barındırabilen ahırlardan da anlaşılıyor. İtalyan barok tarzından etkilenen Arap mimarisinin güzel bir örneği. Birçok terastan oluşan bahçe değerli mozaik koleksiyonuna ev sahipliği yapmakta. Türk hamamı çok iyi korunmuş. Osmanlı’nın bir dönem kullandığı bu saray da dolapların üstünde, elçi odasında padişah tuğralarına rastlıyoruz.
Osmanlı’nın insana verdi değer mi yoksa Fransız’ın zulmü mü sebep oldu bilmiyorum ama Osmanlı’nın yüz yıllarca kaldığı bu ülkede Türkçe bilen yok. Sadece kısa bir süre kalmalarına rağmen tüm ülke Fransızca konuşuyor. Ne kadar ibretlik değil mi?
Hande Berra'ın Yazısı.