Amerikan Evliyalarından Hollywood Menkıbeleri
Zaman zaman karşılaşmışımdır: Bazı insanlar akılcılık adına evliya menkıbelerine kafayı takar veya tarihimizde yaşanmış destansı kahramanlıkları abartılı bularak güya akılla örtüşmediği için karşı çıkar… Ne gibi mi? Mesela, Mısır seferinde Yavuz Sultan Selim Sina çölünü geçerken ona Peygamber Efendimiz’in rehberlik etmesi gibi… Somuncu Baba’nın Bursa Ulu Camii’nin üç kapısında da aynı anda ekmek dağıtması gibi. Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri’nin Kıbrıs çıkarmasında bir Türk askerine yardım etmesi de olabilir. Bunların hepsini, dudak büken, burun kıvıran insanlar vardır…
Menkıbe anlatan kişi diş geçiremeyeceği birisi ise bu kişi ve kuruluşlar pasif tavır alır umumiyetle. Hele karşısındaki kişi kendinden zayıf olmaya görsün! Ne itirazlar ne itirazlar... Adam yerine koyar biraz dinlerseniz, kendi aklî kıstaslarının da pek akıllıca olmadığını, belki kuşlara has bir aklın mahsulü olduğunu görürsünüz. (“kuş beyinlilik” tabirini nezaketen kullanamıyoruz.)
Evliya menkıbelerine karşı çıkan bazıları hızını alamayıp Peygamber mucizelerine kadar vardırırlar işin ucunu… İsterseniz buna dair bir örnekten yola çıkarak meseleyi netleştirelim.
Dini mevzularla alay eden, işlenen dersi kaale almayan üç öğrenci vardır sınıfta. Derste konu Topkapı Sarayı’ndaki kutsal emanetlere gelir. Üçlüden biri parmak kaldırıp sorar: “Hocam Hazret-i Muhammed’in ayak izi var ya orada. Gerçek mi o?”
Talebesinin samimiyetsiz tavırlarından rahatsız olan öğretmen soruyu ciddiye almaz. Şu cevabı verir: “Yoo! Gerçek mi olacak bir de? Topkapı Sarayı gibi uluslararası bir müzede dünyanın dört bir tarafından gelen ziyaretçilerle kafa buluyorlar sadece?”
Alacağı ciddi bir cevap üzerinden alay etmeyi planlarken, kendisiyle alay edildiğini gören öğrenci bozulur: “Ama ben öğrenmek için sormuştum!” der.
Öğrencisinin yapmacık safiyetine aldanan din dersi öğretmeni ciddi ciddi cevap vermeye kalkar: “Bak şimdi o ayak izi, gerçeğinin birebir kopyası. Aslı başka bir yerde... Peygamber Efendimiz miraç gecesi bir kayanın üzerine adımını attığı sırada, kayanın üzerine ayağının izi geçiyor…
“Taşın üzerine basıca ayağının izi mi geçiyor?! O nasıl oluyor peki?”
“Bir mucize olarak düşün. Neticede O bir peygamber…”
Bu sırada grubun diğer elemanı devreye girer: “Kızım anlasana işte! O Peygamber! Allah Allaahh! Taşa basar ayağının izi geçer…”
Ne yapsın gariban! Mucizenin taşa tesir edebilip taş kafaya kesinlikle işlemediğinden habersiz olunca…
Hani anlatırlar ya… Meraklı bir eşek: “Yahu her yerde bir gül bahsidir anlatılıyor... Bülbül deli divanesiymiş gülün. Acep bu gül, nasıl bir şey ola!” deyip dalmış bir gülistana… Bir iki saat sonra şiddetli ağrılarla kıvrana kıvrana dostlarına dert yanıyormuş:
“Yahu bu bülbül delisi, gülün nesine vurulmuş ben bir türlü anlamadım. Girdim bir gülistana ne kadar kırmızı gül varsa yedim. Tadı beş para etmez, acı mı acı… Bir de beyazının tadına bakayım dedim. Onda da iş yok. Pembesini yedim, sarısını yedim, nesi güzel bunun Allah aşkına!”
Gülün letafetini midesiyle anlamaya çalışan eşekle, Peygamber mucizesini veya ümmetinden bir veli kulun kerametini kendi sığ aklıyla anlamaya çalışanın hatası birbirinden pek farklı değil.
Hele hele meselenin öyle bir veçhesi daha var ki… Garabetine gülmekten eşeklerin bile nesline halel getireceği muhakkaktır.
Mesela “Geleceğe Dönüş” serisi’nin bölümlerini seyredip; Marty McFly ve kız arkadaşı Jennifer’ın 1885, 1955 ve 2015 yıllarında yaşadıkları maceraları keyifle izleyen niceleri, tutup evliyanın zamanda yolculuğuna taaccüb etmezler mi ya! Ukalâ-yı kirâmın Tayy-i zamânı kabul etmeleri için, Dr. Emmett Brown adında çatlak bir bilim adamının illaki bir zımbırtı mı icat etmesi gerekir.
“Jumper” filminin genç kahramanı David Rice, Mısır’daki Sfenks üzerinde kahvaltı yapıp öğleyin Avustralya’da sörf yaptıktan sonra, akşam yemeğini Paris’te yiyince, yemeğin üstüne Tokyo’da bir de kahve içiverince, “menkıbe sorgulayıcıları” hayret etmezler mi ya!
“Aman tanrım! “Uzay-zaman dokusu içindeki yırtıkları kullanmak ve zihninde canlandırdığı herhangi bir yere anında gidebilmek” ne kadar harika bir şeeyy!”
Elin cenabet gavuru ülkeden ülkeye zart zurt uçarken, duvarların içinden geçip kilitli banka kasalarının bile içine girerken, küçücük akıl kutularında kilitli kalanlar, bir tayy-i mekân menkıbesi duymaya görsünler. “Olur mu canım hiç öyle şey!” diyemese bile en azından manidar manidar sırıtır. Çünkü “şeyh uçmaz mürit uçururmuş…”
Cuma vaazında “yağmur tanelerinin her birini, bir meleğin indirdiğini” anlatan vaiz efendiyi komik bulan ve onunla dalga geçen pek ciddi adamlar, Ghost (Hayalet) filminde ölen bir adamın hayaletinin hayattaki karısına ulaşma çabalarını salya sümük gözyaşlarıyla seyredip birbirlerine: “Ay ne romantik değil mii?” demezler mi ya!
Tarihimizdeki belli başlı kahramanlık rivayetlerine kafalarını takanlar da az değildir ha!
Çanakkale savaşının iman kuvveti ve din gayretiyle kazanılmasından rahatsız olanlar vardır mesela. Bu garibanlar, ne Seyit Onbaşı’nın 270 kg.lik mermiyi kaldırmasını anlayabilir ne de gemiyi vurmasını aklına sığdırabilir. “Allah’ın avn ü inâyeti” deyiverin… İzahtan âciz kafaları bakın nasıl çalışmaya, kaz yumurtası gibi itirazlar yumurtlamaya başlarlar…
Fakat arkadaşınız itirazlarını bitirince, Wanted’ı seyrettirin. Angelina Jolie ve genç kahramanımız birini öldürmekle görevlendirilir. Eleman zırhlı bir arabadadır ve işleri çok zordur. Ne yaparlar peki? Angelina ablamız Ferrari’sini rampa gibi kullanır, genç kahramanımız da bir Mustang’le bu arabanın üzerinden fırlar, havada takla atan arabasının açık sunroof’ından, yandaki zırhlı arabadaki adamı tam kalbinden vurur. Nasıl mı? Yandaki zırhlı arabanın da sunroof’u açıktır! Zaten onlar tabanca ile falsolu atışlar da yapabilirler!
Osmanlı ordusu Sina çölünü geçerken bir bulutun gelip yağmur yağdırmasını, bir başka bulutun Çanakkale Savaşında Avustralyalı askerlerin icabına bakmasını anlattınız mı, sanki kendileri Anzak torunuymuş gibi güceniverirler, suratları asılır, yüzlerinden düşen bin parçadır. “Hiç olur mu canım öyle saçmalık!” “Akla mantığa aykırı bir kere!”
Ama Hollywood’un Iron Man, Hellboy, Batman, X Men, Superman gibi dondurucu nefesi olan, gözlerinden lazer ışınları çıkan, ateşe atsan yanmayan, suya atsan batmayan süper kahramanları derseniz! Bak o zaman işler değişir! Bırakın bulutları, akan sular bile selama durur… Kime? Kime olacak! Amerikan Ordusunun unutulmaz cengâveri, Vietnam ve Afganistan gazisi Rambo Can’a tabii ki! Bu arada yere sert bir iniş yapan Hancook’un ayak izinin asfalta geçmesi de normaldir.
Battal Gazi’nin bir yaydan fırlattığı iki okla ayrı iki düşmanı öldürmesine gülüp, düşman kalesinde burçtan burca atlamasıyla dalga geçenler ise, Truva Filmi’nde Achillies’in tanrısal gücüne çarpılmaktan mı korkarlar ne? Neresinden vurursan vur, ölmez Achillies; ama delikanlıyı topuğundan vurmayacaksın. Çünkü doğduğunda anası, oğlunu kutsal suya daldırıp yıkarken, meğerse topuğundan tutmuş. Topuklarını yıkamayı da unutmuş! Bak sen şu işe yaa!
Gidin bir devlet lisesinde Din Kültürü Ahlak Bilgisi dersi veya Edebiyat dersinde Tekke Edebiyatına dair bir şiir işleyin; Meselâ, Ledünnî İlim’den bahsedin. Anlatamazsanız kolayı var, şöyle dersiniz: “Hani Matrix’de, Trinity helikoptere binince bilgisayarın başındaki adama: “Bana pilot programını yükleyin!” diyordu ya! Aha öyle bir şey!” Bakın o zaman rahatlıkla anlarlar. Bir de “Üçler, yediler, kırklar”ı anlatmaya çalışın. “Gavsu’l-Âzam” deyin, “Kutbu’l-Ârifîn” deyin, bilen çıkmayacak, maksadımız bunu ifade etmek değil. Sıkıyorsa bir de anlatmayı deneyin, bakalım kaç kişi inanacak anlattıklarınıza…
Sonra dersin geri kalan kısmında Elf’lerden, Hobbit’lerden, Orklardan veya Ebt’lerden bahsedebilirsiniz… Saouran’u ve Beyaz Gandalf’ı onlar size anlatacaklardır hemen. Orta Dünya’nın karanlık güçleri hakkında size bin bir türlü sorular soracak, Efsane Kral Aragorn’u hayırla yâd edersiniz belki de… Çanakkale’de bulutla gelen yardıma inanmayan öğrencilerinizin, Yüzüklerin Efendisi’nde, kökleriyle yürüyen dev ağaçlar imdada gelince, kendileri kurtulmuşçasına sevindiklerini göreceksiniz.
İnsanımızın menkıbelere ve mucizelere yan bakışı, batılı bir hayat anlayışına intisap etmesinden mi kaynaklanıyor, tam olarak bilemiyoruz. “Bir gün Peygamber Efendimiz…” veya “Allah dostunun biri…” diye başladığınız şeyi yan kulağıyla bile dinlemezken, “Hollywood Evliyalarından” biriyle alakalı anlatılan her şeyi can kulağıyla dinleyip yalayıp yutuyorsa insanlarımız, bunu mesele edinsek iyi olur sanırım.
Harun Kırkıl'ın Yazısı.