Kıyam Ettik Artık Oturmayacağız!
Kendi geleceklerine kastetmekle maruf Kabil’in oğulları, sadece kendilerinin değil başkalarının da ebedi hayatı için dertlenen Habil’in oğullarına karşı başarısız bir hamle girişiminde bulundu. Geri püskürtüldüler ama vazgeçmeyecek, tekrar gelecekler, bekliyoruz. Önümüze açılan aydınlık ve fakat zor yola girmekte bir an bile tereddüt etmedik. Vazifemizi müdrik olarak yola düşecek, zaferden değil seferden sorumlu olduğumuzu unutmadan gayret, samimiyet ve aşkla hakkımızdaki murada doğru yürümeye devam edeceğiz. Kıyam Ettik Artık Oturmayacağız!
Kıyam ettik, o meşum gece tam da ortasında sabaha döndü. Geleceğimizi ve hürriyetimizi çalmak istediler, izin vermedik. Üst aklın içimizden devşirdiği hempalar, milletin temsilcilerini boğmaya yeltendi, başaramadı. Aksine millet onları ezdi. Küresel bir kuşatmanın en şiddetli hücumlarından birisiydi, sarsılmadık ve püskürttük. Bununla da kalmadık, karanlık yolun çocuklarına hiç unutamayacakları bir ders verdik. Gözleri korktu, neye uğradıklarını şaşırdılar. Ama daha önemlisi biz neye malik olduğumuzu, kim olduğumuzu ve nerede durduğumuzu fark ettik. Üzerimizdeki ölü toprağını attık. Cini şişeden, kılıcı kınından çıkarttık. Nice zamandır yapmamız gerekeni yaptık; doğrulduk, ayağa kalktık ve silkelendik. Artık geçti, daha oturamayız. Zaten oturtmazlar. Oturtmayacaklar da… Bundan sonrası ya olmak ya da ölmektir.
Kıyam bize kendimizi gösterdi. O meşum gecede değiştik, başkalaştık, farklılaştık. Cüssemizi, cesametimizi, cesaretimizi ve heybetimizi gördük. Bunu bize söyleyenler vardı, tarih zaten bunun şahidiydi. Biz o gece bunu bir de hain ve kalleşlerin nazarında seyrettik. Korku ile feri sönmüş o gözlerde şerefli bir mazinin sayfalarının film şeridi gibi geçtiğine şahit olduk. Kuklalar ve oynatıcıları bin yıllık bir refleksle geriye çekildiler. Şimdi gayet iyi biliyorlar: Yüz küsur senedir uyuyan dev gözlerini açmakla kalmayıp ayağa kalkmıştır. Az bir zaman sonra da “burada neler oluyor” diye hesap sorması yakındır. Gayet iyi farkındalar; artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. ayıflanmakla vakit kaybetmeyecek, çoktandır başlattıkları küresel savaşta artık önlerinde duran büyük hasımlarına karşı ellerinden geleni artlarına koymayacaklar. Biz de olanı biteni fark edelim ve bundan sonrasına bakalım. Olan oldu, bundan sonra olacak olana hazır olalım. Artık ne onlar ne biz kaçabiliriz, büyük kapışmanın kum saati akmaya başladı. Geri dönülemeyen yoldayız. Girdiğimiz yeni cepheyi tanımalı, kim ile niçin savaştığımızı idrak etmeli ve verdiğimiz şehitlerin hepimizi titreten o büyük şahitliğine bakıp kendimize o asıl soruyu sormalıyız: Nedir vazifemiz?
İlk vazifemiz cepheyi terk etmemektir. Cephe millete karşı açılan savaşta milletin yanıdır. Millet; hakkın, adaletin ve hakikatin uğruna canını vermekte bir an bile tereddüt etmeyen onurlu ve namuslu insanların adıdır. Millet denen hakikat âşıklarını harekete geçiren dünya ve içindekiler değildir. Maddi çıkarlar, makam, mevki ve nam da değildir. Tam tersine bu dünyayı aşan şeylerdir; haktır, hakikattir ve en önemlisi bu aşkın ve yüce değerlerin ayakta kalmasına yönelik gayret ve umuttur. Bu umudu ve gayreti kaybeden her şeyini kaybetmiş, şeytan ve avenesinin dostu olmuştur. Bu umut ve gayretle yaşayanın üzerinde göklerin nazarı dolaşır. O; ruhanilerin, meleklerin ve kalbini kaybetmemişlerin dostudur. Milleti millet yapan işte tam da bu umudun ve gayretin adresi olmasıdır. Bu anlamda yedi iklim, dört bucak milleti beklemektedir, çünkü her yer hak ve hakikat susuzluğu ile kavruktur. Adalet ve hakkaniyet her yerde egemen olmalı, zalim ve zulüm her yerden kovulmalıdır. Milletin o meşum gecede yaptığı kıyam işte bu mukaddes vazifeye layık olmanın yolunu açmıştır. Önümüzde meşakkatli bir sefer görünmüş, alnımıza cihad mührü vurulmuştur. Artık geri dönemez, vazifemizden kaçamaz, cepheyi terk edemeyiz.
İkinci vazifemiz cihadımızın manasını idrak etmektir. Hep “dünya bizi bekliyor, haritadan yer beğeneceğin günler gelecek” dememiş miydik, işte ufkumuzda gözüken budur. Bu aynı zamanda ruhumuzun ufkudur. Salihlerin varis olacağı mesut günlere doğru ivmesi artan bir hızla ilerliyoruz. Biz, bugüne kadar bize biçilen rolü hiç kabul etmedik. Kartların yeniden karılacağı bir zamana dek hep direndik. Bu, dünyanın efendilerine ağır geldi. Son on yıldır üzerimize yağmur gibi yağan belaların çoğu işte bu yüzdendir. Ama son on yıldır bilemediğimiz ve bu kadar acziyet ve kusura rağmen eksilmediğini fark ettiğimiz üzerimizdeki inayet de bu yüzdendir. Tarihin en önemli dönemeçlerinden birinde Hakkın, hakikatin ve iyiliğin temsilcisi olmanın, halifelik sırrının milletin her bir ferdinde tek tek tecelli edeceği bir liyakate erişmenin kapısı aralanmıştır. Bunu fark edenin hayatı nasıl eskisi gibi kalabilir ki? Artık her anı, her fırsatı ve her imkânı değerlendirmek, güçlü olmak, vazifemizi bihakkın ifa etmek ve büyük oynamak zorundayız. Büyük oynamak zorundaysak hala oyunla, oyuncakla vakit kaybetmemeliyiz. Hakkımızdaki murada, istikbalde takdir edilecek rolümüze yönelik hep artan bir şevk refikimiz olmalı, her yöne, işe ve gelişmeye o büyük sorumlulukla bakmayı başarmalıyız.
Üçüncü vazifemiz Allah’ın dostuna dost düşmanına düşman olmaktır. Yanımız ümmetin ve milletin yanıdır. Ümmetin şehadeti, bütün şahitliklerin üstündedir. İzzet, onur ve dik duruş Allah ve Rasulü’ne aittir. Bunları arayan mazlum ve mağdur Müslümanların rızasını arasın. Hep kâfirin, münafığın ve dinsizin onayını ümmetin rızasına tercih etmişler ne büyük bir hüsrana düştüklerini hala anlamamış gözüküyorlar, ne gam, ötede anlayacaklar. Diyalog, tolerans ve hoşgörü diyerek kâfir ve münafıklara temenna çaktılar. Yetmedi, milletin evladını, kurdukları kumpaslarla meftunu oldukları Kabil’in çocuklarına esir etmeye çalıştılar. O da yetmedi içinden çıktıkları ümmete ve millete ağır beddualar ettiler. Ağızlarından her çıkanı Allah başlarına musallat etti. Darmadağın oldular, evlerini ateşler sardı, hayatları karardı. Esas güç ve kuvvet yanlarında güç ve itibar aradıklarında değil kalbi kırıkların yanındaydı, heyhat bunu bilemediler. Hesabımızı görecek olan Allah kimin kime niye dost ve düşman olduğunu da gösterecek elbet. Biz yerimizi bilelim bu arada. Şahitliğimizi idrak edelim.
Milletin evladını, kurdukları kumpaslarla meftunu oldukları Kabil’in çocuklarına esir etmeye çalıştılar. O da yetmedi içinden çıktıkları ümmete ve millete ağır beddualar ettiler. Ağızlarından her çıkanı Allah başlarına musallat etti. Darmadağın oldular, evlerini ateşler sardı, hayatları karardı.
Dördüncü vazife maddi kıyamımıza manevi boyut eklemektir. Kulluğumuz esas yatırım yapmamız gereken önceliğimizdir. Biz dünyaya Rabbimize kulluk etmeye geldik. Namaz sermayemiz, zikir enerji kaynağımız, geceler ganimetimizdir. Gecelerde kurulan sofralardan beslenmeyen başkalarının açlığına çare bulamaz. Rabbimiz ile kulluk boyutunda bir ilişki kuramaz ve bu ilişki ile dünyayı ellerimizin, zihnimizin ve kalbimizin arkasına atamazsak dünyevi kulluk, makam, mevki ve bağlar gelir er geç bizi kendisine bağlar. Esas hürriyet Rabbimizin muhatap aldığı o biriciklik sırrı ile yaşamaktadır. Diğer türlü hep birilerinin güdümünde, hep bir şeylerin peşinde koşar dururuz. Hür olmak, Allah dışındaki her şeyi elinin tersi ile itebilmek demektir. Ahdini, yani Rabbine verdiği sözü sürekli hatırda tutan ve hayatını bu ahitle yeniden ve biteviye biçimlendiren insan ne kimsenin kulu olur ne de piyonu. Ne kimsenin kulu, ne de piyonuyuz. Rabbimiz Allah, ismimiz Müslüman, kitabımız Kur’an, rehberimiz Nebi-yi Zişan, derdimiz son nefeste selamet-i imandır.
Beşinci vazife içi dışı bir, şeffaf, hesap sorabilir ve hesap verebilir Müslümanlar olmaktır. Bütün şekil, remiz ve simgeleri ile İslam’ı temsil etmek ve emin insanlar olmak mecburiyetindeyiz. Dine hizmet ediyoruz diye ortaya çıkanların heva ve hevesleri ile oluşturdukları kurgunun ma’şeri vicdanı nasıl yaraladığını esefle müşahede ettik. O kurgunun verdiği tahribat, din ü diyanet için çalışan herkesin esas gündemi olacak. Maalesef insanlar sosyal dokuyu tamir, manevi iklimi tesis için yapılacak her çalışmaya artık rezerv koyacaklar. Çölde kalmışa yardım eden, yardım edilen tarafından gasp edildi, artık çölde kimse kimseye yardım etmeyecek. Dini her kavram, dinle ilişkili her kurum, dinle ilgili herkes zan altındadır. Böyle bir dönemde dine hizmet etmenin zorluğu ortadadır. Zora talibiz. İyiliği emretmek, kötülüğü nehyetmek ve bunu da sadece Allah rızası için yapmaktan başka gündemimiz ve gayemiz yoktur. Adımız şu, bu veya o değil, Allah’ın hepimize isim olarak seçtiği Müslüman’dır. Yolumuz, yöntemimiz ve neleri yapıp neleri yapmayacağımız bellidir. Rehberimiz Peygamberimiz bize tam da bunları öğretmek için gelmiştir. Bu vatanı İslam toprağı yapan kutlu yürüyüşün ilk adımını atan Alpaslan Malazgirt’te ordusuna “biz temiz Müslümanlarız, bidat nedir bilmeyiz, Allah bizi o yüzden aziz kılmıştır” diye seslenmemiş miydi? Temiz Müslümanlık, Rahmet Peygamberi’nin izinde; elinden, dilinden ve belinden herkesin emin olduğu, zalime de mazluma da yardımcı güzel insanlar olmaktır. Bunu sağlayan her çalışma, yöntem ya da faaliyet meşru ve makbul, buna götürmeyen, hem mikro hem de makro anlamda bu hedefi gütmeyen her iş batıl ve merduttur.
Altıncı vazife reel politiğin, hayatın sürgit ritminin adetullah ile bağlantısını kurmaktır. İdeal ile vakıa arasındaki açı farkını azaltmak gaye-i hayalimizdir, ancak ideale dikilip kalmış gözlerimiz vakıayı görmemize mani oluyorsa orada bir ayar yapmamız kaçınılmazdır. O ayar özgürlük ve refahın insanın en temel ihtiyaçları olduğunu fark etmekten geçer. İnsanların hayrını ve iyiliğini istemek, Allah’ın sosyolojik ve psikolojik olarak beşer ayetine koyduğu kanunları bilerek hareket etmeyi gerektirir. Makul ve mutedil yolları bulup kolaylaştırmak, suyu tersinden akıtmaya kalkışarak zorlaştırmamak, nefret ettirmemek ve müjdelemek esastır. Bunu başaracak öncülerin insana dair ortaya konmuş her türlü bilgiye ihtiyacı vardır ve özellikle şu soruya dikkat kesilmelidirler: İnsanları sürü psikolojisi ile yönetenler sosyoloji, psikoloji, sosyal psikoloji, antropoloji ve diğer sosyal bilim dallarında ortaya konanlarla nasıl amel ediyorlar? Bu ve benzeri soruların cevaplarını bulmamız, milletin irfanı ve bizi biz yapan değerlerin harmanında daha uzun, kalıcı ve sürdürülebilir modeller ortaya koymamız için şarttır. Madem dünyanın gidişatından sorumluyuz, dünyayı da, gidişatı da, sorumluluğumuzu da iyi okumaya mecburuz.
Vazife; isteyen, arayan ve talip olanındır. O meşum gecede yaptığımız kıyamı anlarsak vazifemizi de anlar ve gereğini yerine getiririz. Kendi geleceklerine kastetmekle maruf Kabil’in oğulları, sadece kendilerinin değil başkalarının da ebedi hayatı için dertlenen Habil’in oğullarına karşı başarısız bir hamle girişiminde bulundu. Geri püskürtüldüler ama vazgeçmeyecek, tekrar gelecekler, bekliyoruz. Önümüze açılan aydınlık ve fakat zor yola girmekte bir an bile tereddüt etmedik. Vazifemizi müdrik olarak yola düşecek, zaferden değil seferden sorumlu olduğumuzu unutmadan gayret, samimiyet ve aşkla hakkımızdaki murada doğru yürümeye devam edeceğiz. Kıyam Ettik Artık Oturmayacağız!
Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.