Yunus Emre Tozal

Aklımızdan asla çıkarmayalım; Unutulan darbe tekrarlanır! Bu böyledir. Öyle demişti ya 1992-95 yılları arasında halkı Sırplar tarafından katledilen Boşnak lider Aliya, “Ne yaparsanız yapın ama soykırımı unutmayın. Çünkü unutulan soykırım tekrarlanır.”

Bu, yaşanıp bitmiş bir hikâye değil. İnsanoğlunun yaşadığı mağduriyet hiçbir zaman tam olarak giderilemez. Yıllar sonra mahrum edildiği hak ve taleplerine kavuşsa bile giden zamanı ve o zaman içinde yaşanacak sevinçler ve mutluluklar geri gelmez. İmtihan dünyasındayız ya, bu duruma isyan etmiyoruz elbette, her şeyde vardır bir hayır diyoruz ve fakat yaşanan acılardan bir daha yaşanmaması için dersler çıkarabiliyoruz.

Kur’an kursunda Şubat ayı en çetin aylardan biriydi. Kazan dairesine sabah akşam odun ve kömür atılmasına rağmen, sabah namazına doğru ateşin etkisi azalır, tam da abdest alınıp namaza durulacağı zaman mescit soğurdu. Soğukla asıl savaşımız namazı bir şekilde eda ettikten sonra başlardı, battaniyelere sarılıp sınıflarda kahvaltıdan sonra vereceğimiz o günün ödevini gözden geçirir, -nöbetçi hocalarımız sağ olsunlar- uyumazdık. Uyuklaya uyuklaya yaptığımız o ezberler, sabahın bereketinden olsa gerek zihnimize öyle nakşolurdu ki, ödev verirken zorlanmaz, usulünce okur ve hocamızın gözünden aferini alıp bir sonraki günün dersini hazırlamaya başlardık. Hocamızın tebrik ve tebessümü tüm hafız arkadaşlarımız için çok kıymetliydi, sadece gülümsemesi birçok anlamı içinde barındırır, o gülümsemeye sebep olduğumuz için gururlanırdık. Belki de ders verdikten sonra kazandığımız o tebessüm, bizler için Kur’an’ın bir tebessümüydü; Kuran, kendisini ezberlediğimiz için çok mutlu olmalıydı; bu yüzden de bizim hayatımızı inşa ediyor, tüm yapıp ettiklerimizi adeta onaylıyordu.

Mustafa, gündüzcü arkadaşlarımızdan biriydi. Her gün gelip dersini verir, öğle yemeğinden sonra bizimle beraber bir sonraki günün dersini çalışır ve saat 5’e doğru kursun yakınlarında bulunan evine giderdi. Kış günleri zorlansa da, o karda kışta gidip gelmeye devam eder, yazları çoğu zaman çiftçi babası çıkışa yakın traktörle kendisini alırdı. Mustafa’da havadis çoktu, TV’den duyup gördüklerini bize anlatır, hep birlikte çocuk aklımızla ülkede ne olup bittiğini yorumlardık. Bir sabah Mustafa çok endişeli bir tavırla aramıza geldi ve “Kur’an kursları kapanacakmış, artık hafızlık yapılmayacakmış, ortaokullar Kur’an kursu kaydına izin vermeyecekmiş, hatta ezanların artık okunup okunmayacağı bile belli değilmiş” dedi. Sabah mahmurluğunun devam ettiği kahvaltı öncesi muhabbet ettiğimiz o güzel anda dünya durmuştu bizim için. Hepimizin yüzünün beyaz beyaz olup düştüğü, şaşırıp kaldığı gözlerimin önünden hâlâ gitmez. O an türlü türlü hayal ve düşlere kapıldığımızı, aramızdan Sami arkadaşımızın “Ne olursa olsun, yasaklansa da ezanı ben okurum!” diye haykırışını unutamam. Sami çok iyi ezan okurdu, kendine has makamıyla adeta tüm kursu coşturur, namazın coşkuyla kılınmasına öncülük ederdi. Sami’nin haykırışıyla cesaretlenişimizi, yerimizde duramayışımızı, Mustafa’nın etrafını sararak neler oldu anlatsana deyişimizi ve o gün Muammer Hoca’nın yüzündeki endişeyi dün gibi hatırlıyorum.

28 Şubat hortlamıştı. Hani ilkokuldayken hazırladığımız “Mevsimleri Öğrenelim” takviminde, hemen yanına “Yarın ilkbahar gelecek” notunu eklediğimiz gün vardır ya, 1997’de işte o gün 28 Şubat’ın yanına bir ilkbahar eklenemedi. Kara Zulüm ezgisinde geçtiği gibi

Kara zulüm yağar gökten üstüne toprağın,

Kurulur yeni bir dünya, gülistan üstüne…

Yeni bir dünya kuruldu biz çocuklar için, ailelerimiz ve hocalarımız tarafından sürekli “Her şey güzel olacak, korkma, derslerine devam et” denilen bir dünya... Derslerimizi günü gününe verdiğimizde dünyanın o eski haline kavuşacağımızı umduğumuz, bir yandan da büyüdüğümüzü hissettiğimiz bir dünya… Üzerinden yıllar geçse de etkisini devam ettirdiğini uzun süre boyunca ailelerimizde ve çevremizde sadece hukuksuz yargı kararlarının yürürlükte olmasından bile anlayabileceğimiz, adına 28 Şubat dedikleri bir sürecin gölgesi altında devam eden bir hikâyenin içinde kaybolmuştuk. Kimimizin ablası okuldan atılmıştı, kimimizin babası cezaevine gönderilmişti, kimimizin abisi üniversite sınavında derece yapmasına rağmen açıkta kalmıştı. İlk başlarda böyle bir hikâyenin içine girdiğimizin farkında değildik ama Mustafa felaket tellalı gibi konuştukça da ürperiyorduk. Sanki yakın zamanda yukarıda anlattığım mağduriyetleri yaşayacağımızı hissediyorduk.

28 Şubat’ın üzerinden geçen 19 yıl sonra yaşadığımız 15 Temmuz gecesi, çocukluğumun o saf ve temiz duygularından uzaklaştırıldığımız darbe korkusunu tekrar yaşadım. Tankların boğaz köprülerine ve şehir meydanlarına inmesi, genelkurmay başkanı’nın rehin alınması ve TRT ekranlarından yayınlanan bildiride ülkede yönetimin ‘Yurtta Sulh Konseyi’nde olduğu ve kamu düzeninin sağlanacağının belirtilmesi ile adeta donduk kaldık.

Mustafa’nın anlattığına göre başörtü yasağının uygulamaya konulacağı ve “8 yıllık kesintisiz eğitim” başlığı altında tüm kursların denetime tabi tutulacağı, artık hafızlık için 5. sınıftan sonra izin alınamayacağı gündemdeydi. İkna Odaları’nın ne anlama geldiğini öğrendiğimizde ise kelimenin tam anlamıyla şok olmuştuk. O günkü şokun etkisini üzerimden atamamış olmalıyım ki, büyüdükçe hakkında araştırma yaptığım bir kavram oldu İkna Odaları. Canların yanışını resmeden psikolojik bir işkence metodu olarak kurulan İkna Odaları, başlangıçta çözüm üretme, bir konuda birinin inanmasını sağlama gibi olumlu olarak ifade edilse de, TDK’da da geçtiği üzere tamamen bir “kandırma” olduğu apaçık bir gerçekti. İstanbul Üniversitesi’nde kurulan 8 metrekarelik odalarda şiddet ve tacizle yapılan konuşmaların adına ikna denilmesi, bildiğimiz bir kavramın zihnimizde yer alışındaki olumluluktan faydalanarak bir zorbalığı masum göstermekten başka bir şey değildi. İnancı gereği başını örten ablalarımıza izin verilmiyor, başlarını açmalarının her şeyi çözeceği söyleniyordu. Hafızlık yaparken karşılaştığımız 28 Şubat, o gün yakın gelecekte yaşanacakların farkında olamasak da zor günlerin bizi beklediğini fısıldıyordu adeta.

28 Şubat’ın üzerinden geçen 19 yıl sonra yaşadığımız 15 Temmuz gecesi, çocukluğumun o saf ve temiz duygularından uzaklaştırıldığımız darbe korkusunu tekrar yaşadım. Tankların boğaz köprülerine ve şehir meydanlarına inmesi, Genelkurmay Başkanı’nın rehin alınması ve TRT ekranlarından yayınlanan bildiride ülkede yönetiminin ‘Yurtta Sulh Konseyi’nde olduğu ve kamu düzeninin sağlanacağının belirtilmesi ile adeta donduk kaldık. Sadece bu kadar mı, TBMM bombalandı, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ne ve MİT Binası’na ateş açıldı. Hemen o gece bir milletin şahlanışına ve darbeyi önlemesine hep birlikte şahit olduk. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Cuma akşamı bir telefon ekranından yaptığı meydanlara inme çağrısı, darbecilerin planlarının bozulmasındaki en önemli safhaydı. Millet sokaklara indi, adeta askerle savaştı, yılmadı, gayret etti ve darbecilere gereken cevabı verdi.

Orhan Pamuk’un Kar romanında Sunay Zaim’in tiyatro sahnesini hatırlayalım, halka koca bir tiyatro sergilenirken ateşlenen silahlar, büyük bir infiale yol açmıştı. Silahlardan çıkan mermilerin insanları yerlere sermesine rağmen kimse bunun gerçek silahlardan atılan gerçek mermiler olduğuna inanmamıştı. Tıpkı 28 Şubat darbesinin bir gecede gelip ülkenin tüm geleceğini mahvedeceğine kimsenin ihtimal vermemesi gibi… Bir gecede gelen kararlar, İslam coğrafyasının kaderini belirleyecek bir ümmetin birikimini çaldı, geleceğinin kararttı. 15 Temmuz’da da hedef buydu ama bu sefer öyle olmadı. Planlar bozuldu. Evet, kronik bir hastalık haline getirilen millet iradesinin yok sayılması, her 15-20 yılda bir darbe gerçekleşen ülkemizde bu sefer önlendi. Şu unutulmamalıdır ki; kanla sulanmış bu topraklar millet iradesini hiçe sayılmasını artık kabul etmemektedir. Elde avuçta ne varsa malını, canını vatan için, bayrak için gözünü hiç kırpmadan feda eden milletin evlatları yıllarca farklı senaryolara maruz bırakılarak adeta uyumaya mahkum edilmiştir. Bu yüzden 15 Temmuz ile 27 Mayıs’ın, 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün ve çocukluğumuzda Kur’an kursunda hafızlık yaparken yaşadığımız 28 Şubat’ın rövanşı alınmıştır. Aklımızdan asla çıkarmayalım; Unutulan darbe tekrarlanır! Bu böyledir. Öyle demişti ya 1992-95 yılları arasında halkı Sırplar tarafından katledilen Boşnak lider Aliya, “Ne yaparsanız yapın ama soykırımı unutmayın. Çünkü unutulan soykırım tekrarlanır.”


GENÇ'ın Yazısı.