Rabia Brodbeck

Allah Teâlâ bize bu şerli gecenin sonunda büyük bir hayır nasip etti. Gerçek kimlikler ortaya çıktı, maskeler düştü, kanserli organları tespit edebildik ve kemoterapiye yani temizliğe başlandı. İsrâ suresi 81. ayeti “Yine de ki: Hak geldi, batıl zâil oldu! Süphesiz ki bâtıl, yok olmaya mahkumdur” 15 Temmuz yaşanan bu olayın özeti, göstergesidir. İnşallah 15 Temmuz gecesiyle, gelecek nesillere daha sağlıklı bir toplum miras kalacak.

İsviçre’de Türkiye için doğdum. Türkiye’ye hicret ettim çünkü din öğrenilerek yaşanır ve yaşayarak öğrenilir. Bu yolda ne öğrendiysem Türk insanından öğrendim. Dünyaya Türkiye’den şahitlik ediyorum. Burada ise nüfusun çoğunluğunun İslam ülkelerindeki tiranlıklara, baskı, terör ve haksızlıklara karşı geldiğini sezebiliyorum; Gazze Şeridi 3 hafta boyunca bombalandığında, Arap Baharı yaşandığında, Amerika’nın Irak’ı işgalinde (2003) Mısır’da Mübarek rejiminin düşmesinde (25 Ocak 2011) Mavi Marmara olayında (31 Mayıs 2010) Suriye’deki iç savaşta Türk insanı her daim başkalarının acılarına üzülmüştür. Mavi Marmara gemisiyle yardım için ne pahasına olursa olsun yola çıkmak, bir insanın başka bir insana gösterebileceği en yüksek düzeyde muhabbeti, yardımseverliği göstermektedir. “Gazze artık kan kardeşimiz” demişlerdir.

Türkiye 15 Temmuz 2016’da kanlı bir darbe teşebbüsü yaşamıştır. Türkiye’ye hicret ettikten sonra en mühim tecrübelerimden birisidir. İlk defa hayatımda asker gücüyle karşı karşıya kaldım. Ezan-ı Muhammedi’nin sesi savaş uçaklarının dehşetli sesini bastırdığı müjdesine şahit oldum. Allah (c.c.) celal ve ikram sahibidir. Rabbu-l Âlemin Türkiye’de yaşayan vatandaşlar için bir gece celaliyle tecelli edip, hemen ardından sabaha doğru bol ikram ve cemalini gösterdi, tecelli etti. Buna rağmen Irak, Suriye ve Mısır’daki vatandaşlar hiç sonu gelmeyen celalinin tecellisini müşahede ediyor. Bu ilahi senaryolar karşısında Allah’a el açmak mecburiyetinde hissediyorum, kendimi borçlu hissediyorum; “Allah’ım bize İslam dinine hizmet etmeyi nasip eyle! Kur’ân’ı Kerim’e ihlaslı bir şekilde hizmet etmeyi nasip eyle! Senin mahlukatına hizmet etmeyi nasip eyle, Hak yoluna kendimizi vermeyi ve bu yolda kendimizi harcamayı nasip eyle, bize sorumluluk ver, bizi muvaffak eyle!”

Yalnız bir gerçek var; Türkiye’nin 15 Temmuz’da şahit olduğu darbe girişimi Türk halkının inanılmaz cesareti, azmiyle ve yüzlerce şehit vererek durdurulmuştur. Tüm dünyanın kalbî desteğiyle, dualarıyla ve sokakları dolduran milyonlarca insanların desteği, “Tekbir!” sesiyle birleşip yücelmiştir. Bu kalpten yapılan dualar ve canını veren şehitler sayesinde darbe başarıya ulaşmamıştır.

Allah Teâlâ bize bu şerli gecenin sonunda büyük bir hayır nasip etti. Gerçek kimlikler ortaya çıktı, maskeler düştü, kanserli organları tespit edebildik ve kemoterapiye yani temizliğe başlandı. İsrâ Sûresi 81. ayeti “Yine de ki: Hak geldi, batıl zâil oldu! Şüphesiz ki bâtıl, yok olmaya mahkumdur” der. 15 Temmuz yaşanan bu olayın özeti, göstergesidir. İnşallah 15 Temmuz gecesiyle, gelecek nesillere daha sağlıklı bir toplum miras kalacak.

Bu sebeple Türkiye’nin mirasçılarına seslenmek istiyorum. Öğrendiğim mühim şeyleri paylaşmak istiyorum; Ben Allah rızası için sevmeyi Türkiye’de öğrendim. Allah’a ulaştıran yol fedakârlıktan geçiyor. Yaklaşmak sanatı bu yüzden bütün sanatların en büyüğüdür. Hakiki insan olmak için can vermek gerekir. Çünkü mümin hayatını verdiği anda, Allah’ı kazanacaktır. Dansçıyken “Hayata Sığınmalıyız” başlıklı bir makale yazmıştım. Müslüman olduktan sonra ise şu ayet ile karşılaştım: “Allah’a kaçmalıyız, Allah’a koşun.” (Zariyat 51’50) Tecrübeden tecrübeye koşuyorum. Kupkuru bir çölde ab-ı hayat peşinde koşmanın ateşiyle dolaşan bir araştırmacıyım. Yurdumdan buraya göçtüm, ailemi, arkadaşlarımı ve işimi bırakıp kendimi yaşamak ve öğrenmek için varlığın çöllerine attım. İstanbul’da mücadele, savaş ve arayış içindeyim. Yaşamak ve öğrenmek birbirinin içinde eriyor. Bu hayatımın bana verdiği dersti.

Hayatımın ilk kısmında din alternatiflerden biri, bir hobi, okunacak bir ilim alanı, bir hayat felsefesi olarak kabul ediliyordu. Dine girdikten sonra gördüm ki; bütün hayat kutsalmış. Hayatla din arasında bir fark yok. Hayat dindir; din hayattır. Hayatla din arasında ayrım yoktur. Hz. Aişe’ye “Hz. Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) bize tarif edebilir misiniz?” diye sorulduğunda Efendimiz için “Yaşayan Kur’an” buyurdular. Dinsiz hayat nedir ki? Hayatsız din nedir? Hiçbir şey! Din, hissetmek, tatmak, lezzet almak, vecd, keyif alma, saadet, merak etme, heyecanlanma, hayret ve haşyet duymaktır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur ki; “Her dinin bir ruhbanlığı vardır, benim dinimin ruhbanlığı cihattır.” İslam dininde insan kendi kalbinin sahibi, sultanı ve kendi kendini yenen bir aslandır. İslam dininde tüm kadın ve erkekler hayatın her alanında muazzam bir sorumluk taşırlar.

İslam’da benlik virüsüne karşı ilaç var; kendimiz ihtiyaç içinde olsak da kardeşlerimizin iyiliğini, ihtiyaçlarını tercih etmek, kardeşlerimizin acısını kendi acımızdan önemli görmek demektir. İslâm dini, güzelliği, evrenselliği ve herkesi kucaklayan sınırsız aşkı öğretiyor. İslam dini sevgi dinidir. İnsanlar arasında milliyet, ırk, topluluk, mevki, ülke ayrımı yapmaz. Bu bağlamda mutlak olarak muzafferdir. Bizler Cenab-ı Hakk’ın halifesiyiz. Emanet-i İlahiye’nin hamilleriyiz. Allah’a karşı ölümden korkmama ve kulluk vazifelerini yerine getirerek hakikat yolunda yürüme borcumuz var. Eğer tevhide inanıyorsak Allah’a karşı hak yolunda bir mücahit olma borcumuz var. Hak yolunda şehit olanlara, onların izinden gitme borcumuz var. Onlar bizim görmemiz için, uyanmamız için, anlamamız ve Kur’an hikmetinden hidayet nuru bulmamız için canlarını verdiler. Allah yolunda savaşçı olmak bizim borcumuz çünkü biz Rahmeten l’il-âlemin’in halifesiyiz. O’nun yolunda mücadele etme, cihada girme borcumuz var. Tevhit dinine inananlar tek bir aile, tek bir topluluk, tek bir vücutturlar. Hepimiz, tevhit temsilcileri olan Hz. Âdem’in torunları, Şehid Hâbil’in çocuklarıyız. Kendimizi ahlâkî çöküşten kurtarmanın tek yolu, peygamberlerin tevhit öğretisini takip etmektir. Bizler Allah’ın yeryüzündeki halifeleriyiz, kulluk sorumluluğunu taşıyoruz, bizler meleklerin secde ettiği mahlûklarız. Kâinatın mimarının tevhit evinin temelini atan Hz. İbrahim’in torunlarıyız. “İyyake na’budu ve iyyake nestaîn” dininin mensuplarıyız. Hz. Hüseyin (r.a.) bize ne gösterdi? Zulme karşı, hıyanet ve isyana karşı durmayı gösterdi ve bu yola baş koydu. Kendisini değil müminleri kurtarmak istedi bu sebeple müminlerin üzerine gelip gelebilecek olan bütün belalara talip oldu. Hz. Hüseyin (r.a.) bütün mümin gönüllere sahip çıkmıştır. Gönülleri dertlerinden kurtardı, tüm ümmetin şifa kapısı oldu. Türk vatandaşları da tek bir yürek - tek bir vücut gibi kahramanca direnmiştir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur ki; “Her dinin bir ruhbanlığı vardır, benim dinimin ruhbanlığı cihattır.” İslam dininde insan kendi kalbinin sahibi, sultanı ve kendi kendini yenen bir aslandır. İslam dininde tüm kadın ve erkekler hayatın her alanında muazzam bir sorumluluk taşırlar.

Gençlere sesleniyorum; Hz. Hüseyin’in gönüldeki direnç gücünden zerre kadar dahi miras edinelim! Hz. Hamza’nın cesaret gücünden, Hz. Yusuf’un imtihanlarına sabretme gücünden, Hz. Hatice’nin Aşk-ı Muhammedisi’nden, Hz. Fatıma’nın (r.a.) mahviyet sırrından bir zerreye kadar miras edinelim. Hz. İsmail’in teslimiyet sevgisinden, Hz. Ali’nin (k.v.) Efendimiz’in yatağında yatıp uyuyacak kadar ihlâslı olmasını miras edinelim. Eğer aşkı öğrenmek istiyorsak, Hz. Hatice’nin (a.s.) üstüne aldığı en ağır mesuliyetlerin altında ezilmeye bir zerre kadar biz de gayret etmeliyiz. Bunalım, sıkıntı, huzursuzluktan kurtulmak istiyorsak, kendi direnç gücümüzü kullanalım, Allah’ın mahlukatına hizmet edelim ve namaza sarılalım. Dünyaya cenneti kazanmak için geldik, ebedi hayatı kazanmak için geldik. Bu aleme şahit ve şehit olmak için geldik; sahibi olmak için değil, cahil olmak için değil. Menfaat işleri peşinden gitmek için değil. Şekle takılmayalım. Şeytanın mirasçısı olmayalım. Sevgi kabiliyeti taşıyan insanız! Duacı olalım. Hz. Hamza olalım. Hz. Cafer-i Tayyar olalım. Hz. Dıhye olalım. Hz. Ömer olalım! Gaflete, manevi körlüğe ve cehalete karşı manevi uyanışı gerçekleştirmeliyiz. İç dünyanı dinle, anla, işit, fark et, şuur sahibi ol, kendini oku, kendini bil! Artık şu siyah-beyaz düşünme tarzını bırakalım. İptidaî seviyedeki maneviyatı bırakalım. Yüzey tapınmasını bırakalım. Alışveriş dualarını bırakalım. Bulanık, bulaşık ibadetlerimizi, ilahî vehimlerimizi ve yanlış dini lezzetlerimizi bir tarafa bırakalım artık. Saymayı, hayatlarımızı boşa geçirmeyi bırakalım, boş hayalleri bırakalım, hayasızlığı, edepsizliği, nefsin yürüttüğü mantıkları bırakalım. Kendimizi yanlış algılardan kurtaralım. Kendimizi ebediyete yöneltelim, şeref kazandırıcı tevhide ve Rabbimizin Cemâl ve Kemâl’ine yönlendirelim. Hz. Mevlânâ Celaleddin Rumi; “Dünyanın hikmeti efkârı ve şüpheleri; dinin hikmeti ise cennetin ötelerine uçurur. Kalbe ilim ilham olunca kalp şifa bulur. Ama ilim bedende kalırsa sadece ağır bir yük olur.” “Ekmeğe talip derviş karadaki balık gibidir. Şeklen balıktır ama denizden kaçmaktadır. Allah’ı, kazanç uğruna sever. Nefsi, Allah’ın Kemâl ve Cemâl’ine âşık değildir” buyuruyor.

İslam dininde kullanılabilecek en mühim malzeme sevgidir. Manevi dolaşımının kanı da sevgidir. Sevgi, inanan bir kimsenin en büyük motivasyonu, aracı ve hedefi olmalıdır. Hakiki mümin ve sevgili bir kul olabilmek için nefisten arınmış temiz bir bakış, sevgi gözüyle, kalp gözüyle bakmalıyız. O gözlerini açmak ise ancak Fahr-i Kâinât (s.a.v.) Efendimiz’i ve ashabını çok sevdikten sonra olabilecek bir şeydir; çünkü onların muhabbeti dünya arzularını yakar yok eder. Dünyayı boşaltacak olan da o sevgidir. O sevgi gözleri dünyaya kapatır. Çünkü ancak aşkla mânevî âlemleri keşfedebiliriz. Yalnızca aşkla Kur’an-ı Kerim’in hakikatini algılayabiliriz. Yalnızca aşkla gerçek ibadeti yapabiliriz. Şifa bulmak için aşka ihtiyacımız var, hizmet etmek için, dua yapmak için, itaat ve teslimiyet için, savaşmak için, cihat etmek için aşka ihtiyacımız var.

Büyüklere seslenmek istiyorum; aşktan ve merhametten bahsetmezsek gençlerin egoistçe hareketlerini bırakıp cömertçe davranışlar sergilemelerini nasıl bekleyebiliriz ki? İslam’ın doğuşu için kendi canlarını feda eden ilk müminlerin kahramanca cömertliğinden örnekler vermezsek katılaşmış kalplerinin yumuşamasını nasıl bekleyebilirler? İnsanın içindeki şeytanlarla savaşabilmesi için gerekli teçhizatı vermezsek kötüden iyiye, gafletten, cehaletten ilahi farkındalığa doğru bir gidişi nasıl beklersiniz? Onları alt etmek için gerekli taktikleri vermezsek, kalplerine meleklerin ve şeytanların yaptığı ziyaretler arasındaki farkın ayrımına varmalarını sağlamazsanız bunu nasıl beklersiniz? Eğer Resulullah’ın sahabelerinin asil davranışlarını öğretmezsek Kur’an ayetlerini nasıl hayata geçirebileceğimizi nereden bilebilirler? Onları cennetteki bir ziyafete davet etmezsek Allah’ın sayısız lütuflarının ve ihsanlarının ilahi tadına nasıl varabilirler? Yüce Rabbimize yalvarıyoruz: “Bize Osmanlı ahlakını yeniden kazanmayı nasip eyle!”


GENÇ'ın Yazısı.