Ağır yükleri taşımak, dayanmak, direnmek ve kalktığı eski ruh haline dönmemek bize Hz. Fatıma annemizin ve Hz. Zeyd’in mirasıdır. Göğsümüz bir kaya ile sabitlense de kalbimiz tüm kötülükleri aşmaya meyyaldir.

Bu yazıyı komşumun evinden yazıyorum. Çünkü bilgisayarım bozuk, yaptırmadım. Yeni taşındığım eve internet için dilekçe vermedim. Aslında geçen ay GENÇ için yazdığım yazı son yazımdı. Ömer Faruk Dönmez’in bir röportajında “kırkından sonra kurgu ile uğraşmak bana doğru gelmiyor” sözünü okumuştum. Roman, öykü yazan biri olarak bu söz içimde bir yerlere dokunmuştu. Üzerinde aylarca çalıştığım romanı kurgunun tavan yaptığı noktada terk ettim. Yeni taşındığım şehri başlangıç noktası kabul edecek bu yazma işini noktalayacaktım. Herkesin yazdığı, kimsenin yaşamadığı bir edebiyat dünyasından ayıklanmak istedim.

İnsan; araba enkazlarının, duvar kenarlarında ruhunu teslim etmiş bedenlerin, konfeti gibi saçılan cam kırıklarının arasında, fren izlerinin, geceye çekilen bayrakların, yere hızlı hızlı dokunarak ilerleyen bastonların, tanklar geçerken mırıldanan bebeklerin arasında yeniden emanet bir bilgisayarla yazmaya başladıysa; güneşi gördüğü içindir. Güneş yeni bir gündür çünkü. Bir insan ışığın değerini ne kadar bilirse bilsin, onu ne kadar överse övsün, eğer ki ölmek üzereyse ruhu bedeninden ayrılıyorsa onun güneşi dürülüyor demektir. Dürülen elbise kaldırılınca ortalık toplanır, dürülen güneş ortadan kaldırıldığında ise tüm gezegenler ortaya saçılıp yeni bir karmaşa başlatabilir. Her gezegen yeni bir güneş olmaya niyet edebilir. Bu sözde güneşler üzerlerine doğacakları, ısıtacakları başka gezegenler de bulabilir. Ama ruhu bedeninden ayrılmak üzere olanlar için tüm bu hesaplar çok anlamsızdır. Bu ülkenin ruhunu bedeninden ayırmak istediler. Güneşini dürmek ışığını söndürmek istediler. Bu halk zaman içinde ilerlerken tarihe ve mekâna ufak çentikler atarak ilerledi daima. Onun güneşini göğünden sıyırmaya niyetlenenler er ya da geç o çentiklere çivilere takılıp karanlığın koyu gölgesinde sallandılar.

12 Eylül darbesini, 28 Şubat zulmünü, sonuncusu 15 Temmuz olan türlü darbe girişimlerini bu tecrübeler eşliğinde yaşadık. Eğer sonuncu darbe gerçekleşmediyse tarihe kendi bedeni ile çentik atanlar sayesindedir. Onlar korkmadılar ve kalktılar. Tankların önüne yatan, etten siper olan, ruhunu teslim eden o kardeşlerimizin “korkmak” sözcüğü ile arası açıktır zaten. Korksalardı orada ilk safta olmazlardı. Hz. Mevlana “Korkusu olmayana korkma demeye hacet yok, derse ihtiyacı olmayan adama nasıl ders verilebilir” der. Bu yüzden gecenin ilk karanlığında meydanlara dökülen insanlar korkup korkmadıklarını düşünmeden sadece “kalkan” insanlardı.

Kalkmak Müslümanların dilinde pelesenk olan bir kelimedir aslında. Namaza kalkarız, sahura kalkarız, teravih için kalkarız, sabah namazına kalkarız, teheccüde kalkarız, Kâbe’yi tavaf için kalkarız, say için kalkarız, sıla-i rahim için kalkarız, ilim öğrenmek için kalkarız, cihad için kalkarız. Bu kalkışların hepsinde dua, besmele ve zikir vardır. Dinin tüm emirlerini en güzel şekilde yerine getirmeye çalışan insan oturduğunda kalkmak için oturur, yattığında kalkmak için yatar. Bir sonraki adımı kalkmak olan insan yerçekimine kendini teslim etmeyen insandır. Bu ayar sayesinde atalete kapılmaz, konfora gömülmez, gaflet ile uyuşmaz. Tüm bu kalkışlara rağmen “Dünya hayatı bir ağacın gölgesinde dinlenecek kadar” öğüdünü de biliriz. Tüm bu kalkışlarımız çoğalsa bile yine de bir “dinlenme”nin ötesinde değildir, bu da malumumuzdur.

Peygamberimizin “kalk ve uyar” emrinden sonra kalktığı yere geri dönmediğini sürekli bir gelişim ve değişim halinde olduğunu biliyoruz. 15 Temmuz günü ayağa kalkışımızın bir adım öteye taşınması için, kalktığımız yeri daha iyiye dönüştürmeye vesile olması için çaba sarf etmeliyiz. Bu kalkış başka kalkışlara vesile olmalıdır. Sönük ruhsuz hallerimiz varsa sağaltmaya, ahlaki olmayan işlerimiz varsa terk etmeye, zararlı alışkanlıklarımızı bırakmaya, hakikatten uzaklaşmışsak ona yeniden yaklaşmaya vesile olmalıdır.

 

Peygamberimizin “kalk ve uyar” emrinden sonra kalktığı yere geri dönmediğini sürekli bir gelişim ve değişim halinde olduğunu biliyoruz. 15 Temmuz günü ayağa kalkışımızın bir adım öteye taşınması için, kalktığımız yeri daha iyiye dönüştürmeye vesile olması için çaba sarf etmeliyiz. Bu kalkış başka kalkışlara vesile olmalıdır. Sönük ruhsuz hallerimiz varsa sağaltmaya, ahlaki olmayan işlerimiz varsa terk etmeye, zararlı alışkanlıklarımızı bırakmaya, hakikatten uzaklaşmışsak ona yeniden yaklaşmaya vesile olmalıdır.

Haksızlığın olduğu her yerde Hz. Fatıma’nın babasının başına atılan işkembeyi temizleme telaşı vardır. Ellerimiz boşlukları kavramaktan vazgeçip Hz. Fatıma’nın ellerine dönüştüyse bu dönüşümün devamının gelmesi gerekir. Hz. Fatıma annemizin ashab-ı suffe için değirmen döndürüşü gibi maddi ve manevi imkanlarımızı yeni yetişen nesil için döndürmek zorundayız şimdi. Bu telaşı bu eller kaybetmemelidir ve her haksızlık anında devreye girmelidir.

Ağır yükleri taşımak, dayanmak, direnmek ve kalktığı eski ruh haline dönmemek bize Hz. Fatıma annemizin ve Hz. Zeyd’in mirasıdır. Göğsümüz bir kaya ile sabitlense de kalbimiz tüm kötülükleri aşmaya meyyaldir.

Şimdi kalktığımız yere dönerken, her oyunun farkında olarak, sistemlerle dişe diş, kapitalizmin sanal paletleri ile çarpışa çarpışa, batı’nın ‘kurtarılmış’ insanını da kurtarmaya niyet ederek, steril, anlamsız, başıboş bir hayatı başka boşluklarla doldurmaktan vazgeçerek, hastalığı ve virüsün gireceği zayıf noktaları bilerek, cepheleri ve siperleri yeniden tahkim ederek, bir gün yeniden kalkmamız gerekeceğini bilerek yürümeliyiz. Eskilerin “geceleri kaim, gündüzleri saim” ilkesine belki de ilk defa bu kadar yaklaşmışken bu kalkışı fırsat bilmeliyiz.

Şimdi ben de kalktığım yere diktim gözlerimi ve muhasebe yapıp, düşünüyorum. 28 Şubat darbesinde üniversite öğrencisiydim. O darbe esnasında ayağa kalkmış, örtüsüne daha sıkı sarılmış ve ilk şiir ve yazılarını o direniş esnasında yazmış bir kız vardı. Şimdi o kızın yeniden, kalktığım yere oturduğunu, defterinin içinden boş bir sayfa açtığını, gülümseyip ilk sayfaya bozuk yazısıyla düpdüzgün bir “bismi hu” yazıp güneşi kucakladığını görüyorum.


Ayşegül Genç'ın Yazısı.