Ömer Öztürk

Yaşamış olduğumuz elim hâdise hakkında daha çok şahsî intibalarımı içeren mini bir sözlük hazırlamış bulunuyorum. Ben şimdilik on madde başlığı aldım. Elbette bunlar arttırılabilir. Ayrıca sözlükte hiçbir politik görüş, düşünce ve ifade yer almayacaktır. Zira adı üstünde bu bir sözlüktür ve sözlüklerin vazifesi kelimelerin ne’liğini tanımlamak ve izah etmekten ibarettir. Çalışmam çağrışım esaslı – yâni kelimeler zihnimde ne çağrıştırıyorsa onu birebir yazıya döktüğüm – tarafsız bir gözlem mahsûlüdür.

KELİMELER

Askerî Liseler-Kuleli: 1980’li yılların hemen başlarında şoförlüğünü hep amcamın üstlendiği mavi renkli, Skoda marka şirin bir otomobilimiz vardı. Bugün artık bir eşine-benzerine rastlanamayacak kadar orijinal arabamızla Üsküdar’a gidip gelirken sık sık Kuleli Askerî Lisesi’nin önünden geçerdik. Çocuk gözlerime harikalar diyarından çıkıp gelmiş gibi görünen bu heybetli binanın ne olduğunu bir seferinde amcama sorduğumda, bana bunun bir askerî lise olduğunu ve subay adaylarının yatılı eğitim gördüklerini söylemişti. Okulun tam önünden geçerken, sürat tabeleleri 50’ye, hatta 30’a kadar düşerdi. Niçin? Çünkü öğrenciler uyuyordu? Rahatsız olabilirlerdi? Bugünse ben artık kendi evimde bile önünden sürekli gelip geçen arabaların artık insaf sınırlarını çoktan aşmış bulunan gürültüleri yüzünden huzur bulamıyorum. Nereden nereye gelmişiz. Tam 32 senedir bu saray gibi binanın önünden gelir geçerim. Ama değil içini görmek, daha bahçesinde, avlusunda oturmuşluğum bile vaki değildir. Her şeye inanırdım da, buranın böyle hazin olaylarla gündeme geleceğine inanmazdım. Tarihî günler yaşıyoruz. Büyük ihtimalle Kuleli de diğer askerî öğrenim kurumları gibi tasfiye edilecek. Olması gereken de bu değil mi? Çağ değişiyor. Tankın bile önünde durulabilir ama değişimin önünde durmak her babayiğidin harcı değildir. En büyük hayalim böyle büyük kamu binalarının halka açılmasıdır. Buralarda insanlar ücretsiz yiyip içebilseler, kitap okuyup araştırmalar yapabilseler, kültür sanat faaliyetinde bulunabilseler. Bütün bunlar çok mu zor? -Bkz. Kuleli Vakası.

Darbe: Arapça. Vurma, vuruş demektir. Ayrıca burada sayamayacağımız pek çok anlam ihtiva eder. Fiili darabedir (mâzisi). “Darp etmek,” “yaralamak,” “zedelemek” şeklinde dilimize bir galat-ı meşhur olarak da girmiştir. Anlamından da anlaşılacağı üzere, darbe ile ihtilâli biri birine karıştırmamak gerekir. Darbe akim kalmış bir girişimdir. İhtilâl ise darbeden çok daha etraflı, stratejik ve başarılı olmuş bir harekâttır. Darbe adı üstünde bir darbe indirmekten ibarettir. Mesela 1964’te Albay Talat Aydemir liderliğindeki darbe kalkışması başarısızlık ve akabinde Aydemir’in idam edilmesiyle neticelenmiştir. İhtilâl içinse bkz. 27 Mayıs, 12 Eylül v.d.

F-16’LAR: Merhum Turgut Özal, seksenli yılların ortalarında her fırsatta F-16 jetlerimizin ne gurur verici bir teknolojik gelişme olduğunu söyler dururdu. Eh o kısıtlı devirlerde gerçekten en büyük gelişme o idi (bugün olsa, üzerinde fazla durulmaz geçilirdi). Bense şahsen bunların ne büyük gelişme olduğunu o gece tepemden kulaklarımı sağır etme pahasına son sürat uçarlarken anladım. Herhalde yakınlarda bir yere bomba düştü diye düşündüm. Çünkü bu korkunç sarsıntı başka türlü izah edilemezdi. Bir de çocukkken hep şunu düşünürdüm: neden F-14 değil de F-16. Peki F-18 olsa ne olurdu? 1’den 100’e kadar yolu var. Bu esrarengiz gece uçuşları bana “karartma” kabusunu anımsattı. İnsanlık karatma kavramıyla Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda tanıştı. Akşam olunca pencereler sıkı sıkıya kapatılır, ışıklar söndürülürdü. Buna karartma denirdi. Hava akınlarına karşı böyle tedbir alınıyordu. Hani geldik, kimseyi bulamadık gibilerden. Nitekim Rıfat Ilgaz’ın bunu işleyen “Karartma Geceleri” adlı bir romanı da bulunmaktadır. Böyle tepende her an uçak ve bomba tehdidiyle yaşamak büyük bir azap olsa gerektir. Atalarımız ne akıl almaz çileler çekmişler. Bunları bugün idrak edebilmek bizler için öylesine zor ki.

Havaalanı: “Airport”tan hareketle havalimanı da denir. Bugüne değin, havalanlarında meydana gelen fevkalade olaylara dair herhalde yüzlerce sinema filmi çekilmiş, bir o kadar da roman yazılmıştır. Bunda havaalanlarında her an feci bir hâdise yaşanma ihtimalinin çok yüksek olmasının da rolü büyüktür. Buralarda adam kaçırılır, uçak kaçırılır, bomba patlatılır, özetle muhayyilenizin sınırlarını zorlayacak her türlü şey vuku bulur. Havalanları sanki hayırlı birşeye hizmet etmek için değil de, sürekli can sıkmak, moral bozmak için icat edilmiş yerler gibidir. Bu fevkalade hâdiseler de yetmez, hemen hemen her gün gazetelere havaalanlarında yaşanmış irili-ufaklı bir dolu vaka akseder. Hani nasıl sinekler bataklıkta ürer, orada âdeta bayram ederse, uyuşturucu kuryesinden tarihî eser kaçakçısına kadar her nevi karanlık adam da havaalanlarında yuvalanır. Eski ismiyle Yeşilköy Havaalanı, yenisiyle Atatürk Airport yetmişli yılların sonunda Filistinli gerillaların üç İsrail vatandaşını rehin almasıyla dünya çapında gündeme gelmiştir. 2016 yılı itibarıyla ise çok kısa aralıklarla yaşanan “canlı bomba” ve “darbe teşebbüsü” gibi iki milletlerarası seviyede hayatî olayla birlikte Atatürk Havaalanı’nın dünyada şimdilik rakipsiz konumda olduğunu söylemeliyiz. Peki ne yapalım? Havaalanlarını kapatalım mı? Elbette bu bir çözüm değil. Güvenliği arttıralım diyeceğim ama bunlara güvenlik de bir şey ifade etmiyor ki? Değil güvenlik, istersen star wars birliği getir, gene bir yolunu bulup, yapacaklarını yapıyorlar.

Helikopter: Aklıma ‘alikopter’ geliyor. Çünkü çocukken “bak alikopter geçiyor” diye gırgır-şamata ederdik. Pata pata pata diye ses çıkarırlardı. Bir de helikopter böceği kalmış aklımda. Şaka değil, böyle bir böcek vardı, hâlâ var. Helikoptere benzer tuhaf bir kanatlı mahlûktur. Helikopterlerin bomba attıklarını bu meşum hâdiseden sonra öğrendim desem yeridir. Ama gerçekten öyle. Bugüne dek hiç helikoptere binmedim. Zaten benim aklım bu uçan cisimlerin hiçbirini almıyor. Karada olmalı insan. Ayakları yere basmalı. Bir de heliko bakteri vardı ama bunun konumuzla herhangi bir ilgisi bulunmuyor.

Kısıklı: Bir ucu Altunizade’ye, bir ucu Çamlıca’ya çıkar. Üsküdar’ın havadar semtlerinden biridir. Şirin namazgâhları vardır. Asıl adı ‘Kısıtlı’dır. Kısıklı Yolu’ndan Şile’ye gitmek zor olduğundan, “yol kısıtlı” anlamında bu adı almıştır. Anadolu Yakası’nda ilk tramvay seferleri 1928 yılında Kısıklı-Üsküdar arasında gerçekleştirilmiştir. Bu tramvaylar şimdi muhtemelen Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nin yanıbaşındaki tarihî tramvay deposunda bulunmaktadır. Bu semt, alalade zamanlarda sessiz ve sakin bir yer olarak bilinir. Herhalde tarihinin en kalabalık nüfusuna bu son olayla erişmiştir. Burada çok eski, çok büyük ve önemli mi önemli bir park da bulunmaktadır ki, bunun adı Millet Bahçesi’dır. Anlaşılan asıl anlamını bu son olayla bulmuş ve hakikaten milletin bahçesi olmuştur.

Köprü: Yakında açılacak olan üçüncü boğaz köprüsünü (Yavuz Sultan Selim Köprüsü) gördünüz mü? Ben iki kere uzaktan gördüm. Yalnız onu görebilmek – üstelik uzaktan görebilmek – için en azından Sarıyer, Rumeli Kavağı, Anadolu Kavağı gibi kıyı semtlerine gitmek icap ediyor. Çünkü şehir merkezine çok uzak. 1975’li olduğum için, 1973’te kurulan birinci köprüye yetişemedim ama 1988’de yapımı tamamlanan ikinci köprünün açılışına bile katıldım. Zira köprünün ayaklarından biri halen ikâmet etmekte olduğum Kavacık üzerinde kurulmuştu. Köprünün yapım aşamasında okula gidip gelirken şantiyelerde çalışan Japon işçileri de görürdük. Sanki bizden biri gibi olmuşlardı. Hatta çalışmalar esnasında köprü temeline düşüp de ölen ve üzerine beton örtülen bir Japon işçi de o gün bugündür şehir efsaneleri arasındadır.

Tank: İngilizce. Zaten bu meret de İngilizlerin bir halt yemesi. Almanlara da onlardan sirayet etmiş. Malum ya, şiddet bulaşıcıdır. Bu sevimsiz harp vasıtası II. Dünya Savaşı’nda İngiliz-Alman kapışmasının bir simgesidir. Öyle ürkütücü bir aygıttır ki, Araplar ona ‘dabbe’ denen korkunç bir mahlûktan hareketle ‘debbabe’ adını vermişlerdir. Asıl sorgulanması gereken, bu çoktan modası geçmiş savaş gerecinin şehrin göbeğinde ne aradığıdır. Düşünebiliyor musunuz, boğaz köprüsünün orta yerinde tank. Sanki gerçek hayat değil de, absürd (saçma) bir tiyatro piyesi. O kadar olur. Bana sorarsanız, bu ve benzer savaş araçları bir ân evvel tarihin çöplüğüne – geri dönüştürülmemek üzere – atılmalıdır. Bunların herhangi bir Savaş Müzesi (bu da ne demekse)’nde teşhir edilmesi bile abesle iştigâl olur.

Travma: Almanca bir kelimedir. Trauma. Aslında, bir kaza sonrası meydana gelen yara, bere gibi kalıcı bedensel hasarları ifade eder ama artık bu anlamından tamamen soyutlanarak korkunç ve şok edici bir olay sonrası meydana gelen ruhsal araz ve bozuklukları tanımlamak için kullanılır olmuştur. Daha önce de yazmıştım, 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi’nden sonra milletçe ciddi bir travmaya tutmulmuştuk. Şimdi bu son hâdiseyle travma gene gündeme geldi. Zaten garibanın çok ciddi ve gayritabiî bir olay olmadıkça hatırlanacağı yok, ancak böyle zamanlarda mesai yapıyor. Aslında bunlar hep laf-ı güzaf, yâni boş laf. Bizim millete travma-mravma işlemez. Bu aralar sinekten yağ çıkarmaya ve mevcut durumdan vazife çıkarmaya pek meraklı ruhbilim erbabı hani belki birkaç müşteri kaparız da, yolumuzu buluruz diye durmadan bu konuda travmatik açıklamalar yapıyor. Asıl onların bu gereksiz açıklamalarının travmaya sebep olduğunu bir bilseler. Lütfen psikolojimizi, yâni ruh bilimimizi bozmayınız (!).

Ücretsiz Ulaşım: Hani tadı damağımda kaldı denir ya öyle birşeydi. İstanbul halkına verilebilecek en güzel hediyeydi. Ah, bir de toplu taşımaların sayısı şimdikinden çok daha fazla olabilse. En azından, ücretli zamanlarda da ciddi sıkıntı yaratan ve eskilerin balık istifi diye tâbir ettiği araç içi doluluk oranı azaltılabilse. Bilir misiniz, dünyanın nüfusu en yüksek ülkesi Japonya’da metrolarda pusher yâni “itici” diye anılan kimseler görev yaparmış. Bunlar araç içindeki kalabalığı elleriyle iterek dışarıda kalanların da içeri girebilmelerini temin ederlermiş. Bizde iş henüz o noktaya gelmedi ama sanki oraya doğru bir yöneliş var gibi. Ücretsiz ulaşım vesilesiyle, İstanbul’un daha evvel gitmediğim pek çok tarihî ve turistik yerini görme imkânı buldum. Elbette İstanbul gezmekle bitirilebilecek bir kent değil. 42 yıldır bu şehirde yaşıyorum ama daha dörtte birini keşfettim desem inanır mısınız? Evet, gerçek bu. Her ne ise; kim ne derse desin, her şerde bir hayır bulunduğuna inanan, en azından inanmaya çalışan insanlardan biriyim. Bu şer de bu ve bunun gibi pek çok hayra vesile olmuş ve olacaktır.


GENÇ'ın Yazısı.