Bu şehirde geceler güvensiz, yollar boş, kapılarda kilit üstüne kilit. Otelin kapısında silahlı korumalar. Bahçeye çıkıyorum. Dün akşam düşürdüğüm fındıkları ürkek bir sincap topluyor. Çimlerin üstünde yalın ayak yürüyorum. Palmiyelere sarınmış kocaman yapraklı sarmaşıklar. Maya ve Toltekler’in dediği gibi Ağaçlar Ülkesi’ndeyim.

Tıka basa insan, hayvan, sebze ve eşya dolu, parlak boyalı eski otobüsler geçiyor yanımdan. Kırmızı olanın plakası “MAFYA”. Açık kapıdan dışarı sarkıp sağa sola savrulan muavine bir şey olmaması ise mucize. Arabadan indiğimde pazar yerine doğru akın akın yürüyen, kafalarında hasır sepetler taşıyan kadınların, tavukları ayaklarından bağlayıp boynuna asan gümüş dişli adamın ve çocuk çığırtkanların peşinden gittim. Yanımdan geçen kadın çuvalları çekiştirerek sürüklerken içindeki yavru domuzlar çığlık çığlığa bağırıyor, sırtına bağladığı bebeğin gözleri ise yorgunluktan kapanıyordu. Kararmış yağdan hamurları çıkarıp üstüne çıtır çıtır toz şekeri serpti yaşlı tezgahtar. Bir elimde mis gibi kokan, sıcak churroslar* diğerinde yağlanmak üzere olan fotoğraf makinam. Çantamı hırsızlara karşı kolumun altına sıkıştırıp, gözüm rengarenk yastıkların, el işi örtülerin sıralandığı tezgahların arasında ilerlemeye çalışıyorum.

Dağ köylerinin kendilerine ait kıyafetleri var, her köyün kendine ait motifleri, renkleri. Bekar kızların kuşakları bellerinden aşağı sallanıyor. Güzel ve hamarat olanlarınki çoktan bağlanmış. Mayaların kıyafetleri mi yoksa sebze tezgahları mı daha renkliydi karar veremedim. Orta Amerika’nın en büyük pazarı Hichicastenango’dayım. Etrafta beni serseme çeviren bir uğultu. Pazarlıklar kıran kırana sürerken genç adamın bir sepet çilek karşılığı kaç yumurta aldığını bir türlü çözemiyorum. Aztekler artık kakaoyu para birimi olarak kullanmasa da takasa devam ediyor köylüler.

Kilisenin merdivenleri eski bir maya tapınağına ait. Zamanın ve Yaradılışın kutsal kitabı Popol vuh* burada saklı. Sürekli yanan ateş sönmüş, simsiyah izi taşlarda. Çiçekçi kadınlar ve mum satıcıları dizilmiş basamaklara, her dileğin bir rengi var. Kırmızı ve pembe mumlar ölülere, mavi mumlar çocukların mutluluğuna, siyah mumlar kötü ruhlardan kurtulmak için. Katolikler İsa’ya da Maya tanrılarına da dua ediyor. Kilisenin içinde ufak tefek şamanlar. Oysa ben onları korku saçan devler zannederdim.

Otelin verandasından şehri seyrediyorum. Bir yanda ulu ağaçlar diğer yanda mezarlıktan çok oyun parkına benzeyen rengarenk boyalı kabristan. Ruhun gömüldüğü yerden ayrılamadığına inanan maya köylüleri, taze meyveler, çiçekler, renkli kandillerle süslüyor mezarlığı.

Yolum uzun ve yorucu. Şairlerin methiyeler yazdığı üç yüz kırk metre derinliğindeki Atitlan Gölü’ne uğrayıp sahilde dinleniyorum. Rüzgarın suyu dalgalandırdığı gölde motorlar beşik gibi sallanıyor.

Büyük şehrin kargaşasından tehlikeli bir sükunete, üç volkanın eteklerine korkusuzca kurulan Guatemala Krallığı’nın başkenti Antigua’ya geldim. Büyük depremde yıkılana kadar, iki yüz otuz yıl İspanyolların Orta Amerika’yı yönettiği bu şehirde caddeler cetvelle çizilmiş kadar düzgün ve temiz, meydan gece gündüz hareketli. Rahibelerin okulundan yatakhaneye geçtiği Santa Catalina Kemeri şehrin sembolü. Ön cephesi aziz heykelleriyle süslü Katedral Antigua’nın en eski yapısı fakat yenileme çalışmaları o kadar özensiz yapılmış ki ne hatırası olan bir köşe ne de kırık bir oyma kalmış. Her şey yeni. Arka tarafta kullanılmayan kubbesiz arklar, yere düşmüş sütun başları, apsisten fışkıran sarı, turuncu çiçekler unutulmuş.

Sınırsız doktorlar hastanesinde her şey ücretsiz. Meydandaki beş yüz yıllık çamaşır yıkama havuzunu bugün de isteyen kullanabiliyor. Arnavut kaldırımları volkanın soğuyan taşları. Binalar Marie Antoinette tuvalet giymiş kadınlar kadar süslü.

İlk çikolata tabletinin Mayalar tarafından üretildiğini duyduğumdan beri İsviçre’deki şık, leziz, büyülü kokusu daha uzaklardan duyulan dükkanları arıyorum ama karşıma demir parmaklıklı bakkallar çıkıyor. Bir kaç quetzal uzatıyorum. Telefon konuşmasına ara vermeden kaç gündür raflarda durduğu belli olmayan Amerikan malı çikolatalardan uzatıyor. Ben ona da razıyım.

Guatemala City kalabalık, kirli, tehlikeli ama bir o kadar da büyüleyici. Yüksek binaların gölgesi düşüyor gecekondulara. Zırhlı Hummer’lar, ağır silahlı komandolar geçiyor yanımdan. Yolun ortasında Kadıköy’deki boğa heykelinin bir eşi, çocuklar koşturuyor etrafında. Tıknaz kısa bacaklı oğlan yakalamış boğayı bacağından sinirli sinirli konuşuyor. Katedralin önünde paskalya kortejini bekleyenler sıralanmış. Mor bayraklar ve çiçeklerle süslenmiş şehir. Seyyar satıcıların önünde küçük çocuklar. Kazanda mısırlar, mangalda balık, kızgın yağda muzlar.

Bu şehirde geceler güvensiz, yollar boş, kapılarda kilit üstüne kilit. Otelin kapısında silahlı korumalar. Bahçeye çıkıyorum. Dün akşam düşürdüğüm fındıkları ürkek bir sincap topluyor. Çimlerin üstünde yalın ayak yürüyorum. Palmiyelere sarınmış kocaman yapraklı sarmaşıklar. Maya ve Toltekler’in dediği gibi Ağaçlar Ülkesi’ndeyim.

* Yağda kızarmış toz şekerli tatlılar

* Mayalar’ın kutsal kitabı


Hande Berra'ın Yazısı.