Ekim 2010 Yazı Atölyesine Gelen En İyi Yazı

Yazı Hakkında Metin Karabaşoğlu`nun Yorumu: Belli bir çıtanın altına düşmeyen, bir kalem sahibi olarak temayüz etmeye aday bir kardeşimiz de, sensin. Yazını ‘ayın yazısı’ olarak seçtim. Bununla birlikte, sanırım sen de farkındasındır, şu haliyle de başarılı olmasına karşılık, yazın daha da iyi olabilirdi. Bazı paragraflarında ise üslup, ifadeler çok sağlam… Yazını ayın yazısı olarak seçerken bir kasdım da, yazı atölyesine yazı gönderen, göndermeyi düşünen, yazmaya temayülü olan arkadaşlara çok okumanın iyi yazma noktasında bizi nasıl desteklediğini gösteren unsurlar barındırıyor olmasıydı.

Mail’inde, “Bütünlük halinde bir yazı oluşturmak epey yoğunlaşma gerektiriyor. Yazıyı ham haliyle yazıp bir süre bekliyorum, sonra tekrar okuyup bakıyorum, değiştiriyorum vs. Tavsiyeleriniz olursa memnun olurum” diyorsun. Otuz senedir yazıyorum; yazılarım hâlâ tam da dediğin şekilde gün yüzüne çıkıyor. Yazıda kurgu, üslup ve anlam bütünlüğü sağlamanın önemini ve zorluğunu gördüğüne; yazının taslak oluşturma, bekleyip demlendirme, tekrar değerlendirme, tekrar yazma gibi süreçler ile bu bütünlüğe ulaşabildiğini bizatihi tecrübe ettiğine göre, iyi bir yazar olmaya giden yolda en önemli eşiklerden birini geçmiş, yazıyla ilgili belki de en önemli tecrübeyi edinmişsin. Yolun açık olsun… 

Sümeyra Aktaş

Susmak, modern dünyanın sevmediği bir eylem... Bu yüzden, kişisel gelişim adı altında egosunu kan emen sülük gibi faydasız fikirler ile şişiren insanlar modernitenin gözdeleridir. Bilinçli bir eylem halinde susanlar ise, oyunun kurallarını bozan mızıkçı tiplerdir.

Lübnanlı yazar Mihail Nuayme’nin Kendini Arayan Adam: Arkaş’ın Günlüğü kitabı, ‘susmak’ kavramını bu açıdan kendi içimde enfes bir yere oturtmama yardımcı oldu. Doğrusu, hayatını sürekli konuşarak tüketen insanların arasında duyduğum rahatsızlığa hem teşhis, hem tedavi uyguladı.

Arkaş başından geçen birtakım olaylardan sonra hayatını New York’un ücra bir kahvehanesinde bir yandan çalışarak bir yandan susarak geçiren biridir. Arkaş sukutuyla kendini şöyle ifade etmektedir: “İnsanlar konuşanlar ve susanlar diye ikiye ayrılır. Ben suskunlardanım. Benim dışımdakiler habire konuşurlar. Dilsizler ve bebekler ise Allah’ın ağızlarına vurduğu mühür dolayısıyla konuşmazlar. Oysa ben, kendi ağzımı kendi elimle mühürledim. Ben susmanın tadını anladığım halde, konuşanlar konuşmanın acılığını anlayamadılar. Bunun için insanlar konuşurken ben hep sustum.”

İnsanlar konuşurken Arkaş hep sustu…

Bir arkadaşım “Arkaş’a benziyorsun” demişti. Sanırım haklı, çünkü insanlar konuşurken ben de hep susuyorum. Arkaş kendine deli diyenlere inat da hep sustu ve bu yönüyle de onu tanımadan ona benzemiştim ben. Kendimi bu çağda akıllı değil, deli diye nitelemeyi hep yeğlemiştim çünkü. Konuşkan, hatta fazlaca konuşkan tiplerin makbul olduğu ortamlarda, gerekli gereksiz her sözün kolayca ağızlardan dökülüverdiği mekânlarda susmaktan ve inanmaktan başka yapacak birşeyim olmadığı için delirmiştim işte. Arkaş ise kendi deliliğini şöyle ifade etmişti:

“İnsanoğluna gönül gözünü, etten ve kandan olmayan bir kulağının olduğunu; derin düşünme ve sessizlik sayesinde gözünün görmediğini görebileceğini, kulağının duymadığını duyabileceğini söylesen sana ahmak ve deli der. Öyleyse insanların görmediğini gören, duymadığını duyan, insanların gözünde deliden başka ne olabilir ki?

Susmak ve delilik arasında derin veçheler bulunmaktadır. Özellikle iç yolculuğu anlatan kitaplarda delilik ve suskunluk üzerine muhteşem bağlantıları görebilirsiniz. (Bkz. Su Üstüne Yazı Yazmak, Gariplerin Kitabı, A’mâk-ı Hayal)

Modernitenin iliğimize kemiğimize işleyip bizi kanser ettiği çağda Arkaş’a deli denilmesi gayet normal bir durum esasında. Arkaş hayatını susarak anlamlandırıyor ve başka bir hayatı yaşıyor. Aslında hepimizin özlediği, fakat aramaya bir türlü cesaret edemediği bir hayatı... Meselâ eşlerin birbirlerinin sözlerinden değil, gözlerinden anlaşacağı bir hayatı. Meselâ bir annenin gülüşünden çıkan enerjinin hayatımızı anlamlandırdığı bir hayatı. Meselâ bir dedenin beyaz sakallarından akan bilgeliği çözebilecek bir hayatı…

Müslümanın takva makamına ulaşması da bir yönüyle susmayı gerektirmiyor mu? Boş ve anlamsız şeylerden yüz çevirenler diye tanımlıyor Kur’ân inananları. Çağımızda boş ve faydasız şeylerin çokluğunu gözönüne alacak olursanız ‘sukut’u neden bu kadar önemsediğim anlaşılacaktır. Yalnız burada bir yanlış anlamayı gidermek üzere şu açıklamayı da yapmam gerekiyor: Nasıl konuşmak eylemini boş ve dolu olarak niteliyorsak, susma eylemini de aynı şekilde kategorize etmeliyiz. Herhangi bir mana ifade etmeyen, gerçekte söyleyecek sözü olmadığı için susanlar ile Müslümanca bir bilinçle susanlar arasında elbette kocaman bir fark var.

Bir de benim gibi A’raf’ta susanlar vardır belki. Onlar da söyleyecek sözlerinin boşluğa düşmesine razı olmadıklarından susmayı tercih ederler. Çünkü bilirler ki, ne kadar bilirsen bil ve ne kadar anlatırsan anlat; senin bildiğin karşıdakinin anladığı kadardır.

Akif İnan üstadım da suskunluğu “Zaman” şiirinde şöyle ifade eder: “Susarak anlattım bütün gizliyi/ Sakladım duygularımı ben konuşarak/ En iyi anlatış artık susmaktır/ Anladım bunu ben seni bilince.” Nurullah Genç de son olarak der ki: “Öyle uzun zaman sessiz kaldım ki, toprağın sesini duyacak kadar duyarlıyım şimdi…”

Yaratıldığı toprağa dönmeden önce, bir kez sus ey insan!

Sus derince…


Metin Karabaşoğlu'ın Yazısı.