Fakirin Yüzüne Bak!
Bir görmezden gelme, bir uzak durma, bir yok sayma halidir gidiyor. Korkudan kötülerin gözünün içine bakamayan bizler, artık kendi düzenimiz dışında hiçbir şey görmez olduk. Her şey düz olacak, normal olacak, sapmış hiçbir şey olmayacak, yoksa görmezden geliriz, yüzleşemeyiz. Yoksulu görmezden geliriz, hastayı, ölüyü, mezarı, engelliyi görmezden geliriz.
Ramazan geldi! Hoş geldi. Bu rahmet ayında Müslümanlığımız bileyleniyor, birçok duygumuz cilalanıyor, coşuyor. Hiç şüphesiz sadaka ve zekât bu ayda insanımızın gündemine düşüyor. İbadetlerde huşûyu, ihlâsı arayan İslam, elbette infak ve yardım için de bir takım düsturlar ortaya koymuştur. “(Yapacağınız hayırlar) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşmayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları simalarından tanırsın; çünkü yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.” (Bakara, 2/273)
Bir görmezden gelme, bir uzak durma, bir yok sayma halidir gidiyor. Korkudan kötülerin gözünün içine bakamayan bizler, artık kendi düzenimiz dışında hiçbir şey görmez olduk. Her şey düz olacak, normal olacak, sapmış hiçbir şey olmayacak, yoksa görmezden geliriz, yüzleşemeyiz. Yoksulu görmezden geliriz, hastayı, ölüyü, mezarı, engelliyi görmezden geliriz. Bunları görürsek içimizde bir şeyler eksilir sanki bu da bizi rahatsız eder. Bu duygular nereden peydah oldu? İster bencil şehir hayatından, ister alçaltıcı modernizmden olsun, gerçekçi duygularını kaybediyor günümüz insanı.
İçinde merhamet, şefkat ve arınma şifrelerini barındıran yardımlaşma duygumuza bir haller oldu. Gösteriş için iki kere filtre edilmiş niyetlerle, istikametsiz rıza arayışları içinde, muhasebesiz akıtılan hayatların elinde, aleyhimize dönüştürdüğümüz bir hayır malzemesi haline geldi yardımlaşma.
İnfakımız, malımızı temizleyen zekâtımız, büyük bir değeri ucuza satın aldığımız içimizi ısıtan, imanın lezzetini dimağımıza bırakan sadakalarımız; çoraklaşan ruhumuzun üzerini örten verimli topraklardı. Hani Kur`an`da Allah`a da âhirete de inanmadığı halde sırf insanlara gösteriş yapmak için malını harcayan kimse, üzerinde toprak bulunan fakat şiddetli bir yağmurda toprağı kayıveren kayaya benzetiliyordu.
İslam terbiyesi, ahlak ve ibadet sisteminde iki unsuru gözetir. Birincisi, insanın kendi kazandıkları, ikincisi diğer insan ve insanların, toplumun kazandıkları. Yani din adına yapılan her türlü fiil ve harekette fert ve cemiyet kârlı çıkacaktır. Namaz, insanı kötülüklerden alıkoyacak, toplumda kötülüklerden kaçınmak için bir vicdan oluşturacaktır. Zekât mal sevgisi ve hırsını azaltacak, diğer taraftan bir fakire ekmek olacaktır. Bu karşılıklı yararlanma dengesinde terazi şaşarsa ahenk bozulur.
Yapılan yardımları çok bularak minnet etmek, incitmek, gösteriş yapmak boşa çıkarmaya yetiyor. Çünkü ahenk bozuluyor. Birileri bundan istifade etse de yardımlaşma olgusunun bizzat kendisi yozlaşmaya başladı. Modern çağın neden olduğu manevi boşluk ve çöküntünün üzerine yükselen ve insanlığı hiçbir mutlak değerin ve amacın bulunmadığı fikirsel bir kaosa sürükleyen bir aldanış olan postmodern süreçte de yoksulluk, bizzat yoksullaştıranların güçlü bir retoriği haline geldi. Sol siyasetlerin muhalif kimliklerini yoksullukla birlikte tanımlamaları, zaten yardıma muhtaç olmanın oluşturduğu mahzunluğu da ortadan kaldırdı.
Bunların yanı sıra işte günümüzden ulvi bir değerimiz olan yardımlaşma kültürümüzü yozlaştırma örnekleri:
Öğrencilere bir menfaat sağlasa da üç kuruşluk bursları, servetinin yarısını bağışlar edasıyla veren, iç huzuru arayan, ama huzurda olmayan servet sahipleri.
Cep telefonlarından kısa mesaj yoluyla istenen, bir türlü güven uyandırmayan, mikroskobik harflerle miktarı, hızlı altyazı olarak geçirilen, insanda soyulduğu hissi uyandıran yardım talepleri.
Reyting uğruna reklâmı hayrından çok televizyonlarda yayınlanan yardımlaşma programlarına ne demeli? Sen de bir mesaj at, adın ve yardım miktarın alt yazı ile geçsin, tanıdıklarına hava atarsın gizli niyeti ile canhıraş duyurular yapan şaklaban sunucular ve bu davete uyan basireti bağlanmış cam seyircileri.
Salya sümük ağlatan, ama insana eliyle cebi arasındaki mesafeyi kısaltmak için hiçbir motivasyon vermeyen televizyonlardaki yoksulluk programları.
Pantolonların cebi delinmesin diye, alışveriş sonrası tezgâhların üzerinde bulunan sadaka kutularına atılan az değerli madeni paralar.
Kime, hangi maslahatı gözeterek hizmet ettiklerini bir türlü anlayamadığım topladıkları paralar ile, en büyük hayali öğretmen olup köyüne dönüp hizmet etmek olan köylü kız çocuklarını Viyana`da keman virtüözü, İngiltere`de sanat yönetmeni yapmakla övünen kuruluşlar ve bunlara yardım eden insanlar.
Satışların şahane, yardımın bahane olduğu “aldığınız ürünün şu kadarı falan kuruluşa yardım olarak verilecektir” türünden yardım istismarlı promosyon yapan firmalar.
Bütün dertleri kurtlarını dökmek olan eğlence düşkünü insanlar ve “showland”lerde onların bilet paralarıyla yapılan şarkılı danslı yardım konserleri. İşte bütün bunlar yardımlaşma fikrini, duygusunu yozlaştırmıyor mu?
Fakirler yanı başımızda; sokağı döndüğünüzde köşe başında, kapı komşunuz, gözünüzün önündeki akrabanız, çarşıda pazarda tezgâhların altından çürük mallar toplayan beli bükük yaşlılar, isyankâr ruhların temsilcisi gökdelenler arasında kalmış fakir ama gururlu derme çatma evlerde yaşayanlar. Kendiniz bulmaya çalışın onları, simalarından tanıyın. Yardımlaşma ruhu, gerçekten yardıma muhtaç olanları arayıp bulmakta yatıyor. Bu bir kurtuluş olabilir hem bizim için hem onlar için.
Ali Can'ın Yazısı.