Ben televizyondan uzak kaldım da ne oldu? Her akşam tüm ailecek oturup çaylı çerezli muhabbet ettiğimiz bir ortamda büyüdüm… Sevgi gördüm. Her ne kadar anlaşılmamaya sebebiyet verse de diğer insanlar kadar filmleşmedim.

Bir türlü anlam veremezdik babamın evimize televizyon almayışına. Dört kardeştik ve biri ben olmak üzere üçümüz okulluyduk. Kendimizi babamızın yerine koyar, eve televizyon sokmamak için sebepler arardık. Ahlaksız dizilerin bizi etkilemesinden korkması, ders çalışmayacağımız endişesi gibi çaresi olan sebepler bulurduk. Ama dediğim gibi çaresi vardı. Bu sebepleri babama çareleriyle beraber sunardık. “Baba bak şimdi, sen televizyonu al biz iki üç dizi belirleyeceğiz sadece o dizilerin oynadığı saatte açacağız televizyonu başka bir zamanda açmak yok, söz!” derdik, yalvarırdık. Ama nafile… Onunla oynayın dercesine eliyle bilgisayarı işaret eder, “televizyonu unutun” derdi. “Zaten hiç olmadı ki televizyonumuz nasıl unutalım” diye kısık sesle sitem eder sonra bilgisayarların zararlarını sıralardık. “Bilgisayarla aynı anda tek kişi uğraşabilir ama televizyon öyle değil” derdik, bir faydası olmayacağını bildiğimiz halde…

Bir de babamın evimize televizyon almayışını takdir eden amcalar vardı. Çok sinir olurdum. Çünkü onların babama; ne kadar zor ve güzel bir şeyi becerebildiğini anlatmak için kurdukları “en iyisini sen yapıyorsun”, “zaman çok kötü”, “bizde var ama ben de kaldıracağım”, “helal olsun” gibi cümlelerin babamı gaza getirdiğini düşünürdüm…

Sonraları babam eve, bilgisayarda izlememiz için otuza yakın CD’den oluşan Erdemler Dizisi’ni getirdi. Her birinde adalet, cömertlik, tevazu gibi konuların işlendiği bu çizgi film setini kaç defa izlediğimi bilmiyorum. Öyle çok izlerdim ki bazen kasıtlı olarak ara verip unutur, bir süre sonra ilk günkü heyecanla tekrar izlemeye başlardım.

Çok iç acıtıcı olacak ama; Cuma günleri okulun bahçesinde Kurtlar Vadisicilik oynardık arkadaşlarla… Onlar Perşembe akşamından diziyi izlerken adeta ezberlerdi, yarın oynayacağız ya! Yine onlar Cuma günü yeni bir set ortamında dizi çekimi yaparcasına oynarken, ben bir türlü beceremezdim. “Öyle değil, böyle öleceksin, öyle değil böyle bağıracaksın.” “Neden?” “Memati böyle bağırıyor da ondan...”

O zamanlar çocuktuk, arkadaşlarım dizilerdeki, filmlerdeki karakterlerin hareketlerini taklit ederlerdi sadece, duygularımızı nereden bileceğiz… Duyduğumda, ”bunun neresine gülmem gerekiyor acaba” diye beni düşündüren repliklere arkadaşlarım kahkahalar atarlardı. Zaman geçtikçe duyguları da taklit etmeye başladılar. Karakterlerin duygularının taklit edilmesi, hareketlerinin taklit edilmesinden çok daha acı bir durumdu. Onların hüzünlü halini görünce bu hüzün, dünyalı değil diyesim geliyordu. Çünkü normal bir hüzünlenme değildi. Hüzün duygusunu filmde gördüğü gibi ifade ediyordu. İşte o zaman ben filmlerin, dizilerin hiper gerçekliğini çözmüştüm, hem de bu kuramı ortaya atan Baudrillard’dan habersiz bir şekilde. Jean Baudrillard’ a göre dizilerdeki, filmlerdeki gerçeklik; gerçek olduğu zannedilen, gerçek olduğunu seyirciye hissettiren ancak normal gerçekliğin üstünde olan bir gerçeklikti. Mesela siz hiç can sıkıntınızdan kaşığı çorbaya daldırıp çorbayı içmeden dakikalarca karıştırdınız mı? Cevabınız ne olursa olsun dizilerdeki ve filmlerdeki canı sıkılan genç profili bu şekilde. İzleyince “hiç gerçekçi değil” demiyoruz, gerçekçi olmadığı halde… Bir de üzerine, aynısını normal hayatta hüznümüzü ifade etmek için yapıyoruz. Aranızdan “Hayır, ben canım sıkılınca kaşıkla çorbayı karıştırmıyorum” diyen çatlak sesler çıkabilir. Böyle düşünen varsa ben ona telefonda konuşurken girdiği şekilleri sorarım. Yani buraya yazılamayacak kadar çok şey var bizi biz olmaktan alıkoyan, bizi tam anlamıyla birer film yapan…

Peki ben televizyondan uzak kaldım da ne oldu? Her akşam tüm ailecek oturup çaylı çerezli muhabbet ettiğimiz bir ortamda büyüdüm… Sevgi gördüm. Her ne kadar anlaşılmamaya sebebiyet verse de diğer insanlar kadar filmleşmedim. En azından ben ve birkaç arkadaşım öyle düşünüyoruz. Her şeye rağmen hayal kurabildim.

Şimdi ise ne zaman bir film izlemeye başlasam bir türlü kendimi kaptıramıyor; “acaba bu sahneyi çekerken kamerayı nereye koydular, nasıl çektiler” diye düşünüyorum. Bir diziyi takip etmeye niyetlendiğimde basitlik, gerçekdışılık beni yoruyor. Doğallığın yerini kasıntının aldığını anlıyorum ve en önemlisi; sinemanın bizi anlatmadığını, aksine “olmamızı istediği biz”i anlattığını anlıyorum.


Ahmet Ünal'ın Yazısı.