Kendimize Seferden Sorumluyuz
Zamanla geçer dedikleri; acılar, kaoslar, zulümler, sevinçler hayatımızın bir parçası, hiç biri geçmiyor. Bunlarla nasıl yaşayacağız, nasıl yeneceğiz diye sorduk kendimize. Nasip olsun, yine gidelim farklı diyarlara; keşfetmek ve öğrenmek için kendimize sefere çıkalım.
Geride bıraktığımız Ramazan ayının ilk haftası Kırgızistan’da, son haftası da umre ziyareti için kutsal topraklarda; Mekke ve Medine’de geçmişti. Kırgızistan’da Ramazan yardımı çalışmalarında bulunduk, umre de zaten malumunuz, ibadet etmenin en güzel yaşandığı yerlerin merkezi…
Kırgızistan’da bulunduğum süre zarfında Kırgızlar, Ahıska Türkleri, Ruslar, Özbekler ve daha birçok milletten insanın bir arada yaşadığı bir ortam gördüm. Sovyetlerin dağılmasından sonra bağımsızlığını kazanan bu ülke, farklı milletten insanların da göç ettiği bir yer haline gelmiş.
Ülkenin başkenti Bişkek’te Ramazan erzaklarını dağıtırken gittiğimiz köyde, Rus bir teyzenin varlığından söz edildi. Yeri gelmişken, Kırgızistan’da halen azımsanamayacak seviyede Rus nüfusu bulunuyor. Toplam nüfusun neredeyse yüzde 12’si seviyesinde.
Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı olan oradaki görevlilerimiz Rus teyzeden “Çocukları bırakıp gitmiş. Hatta torunlarını da ona bırakmışlar. Herhangi bir gelirleri yok… Şuradaki evde yaşıyorlar hep beraber, biz elimizden geldiğince yardım etmeye çalışıyoruz. Bizden başka da kapısını çalan maalesef yok” şeklinde bahsettiler.
Bu sözler üzerine heyecanımız tazelenmiş, Rus teyzeyi görmeyi isteğimiz artmıştı. Kendisinin Hristiyan olması bizim için “insani yardım noktasında” hiçbir anlam ifade etmiyordu. Eğer bir yerde ihtiyaç sahibi varsa, sen de o ihtiyaçları karşılamaya vesile olabilecek durumdaysan bunu yapmalıydın.
Bizi yaşlı gözlerle karşıladı ilkin; sonra tercümeden anladığımız kadarıyla şöyle devam etti: “Ben doğduğumdan beri buradayım. Çocuklarım beni bırakıp gittiler… Bir Rus ve Hristiyan olmama rağmen bana sadece Türkler yardım ediyor. Kendi ülkemden ve Ruslardan kimse kapımı çalmıyor. Sizi ve Müslümanları çok seviyorum. Bugün benim de insanlar için değerli olduğumu, hatırlandığımı hissettim. Çok mutluyum.” Teyzenin bu sözleri “yardım ettik, bizi tatmin edici cümleler söylemeliydi” cihetinden hiç tesir etmedi bize. Çünkü özellikle son söylediği “Bugün benim de insanlar için değerli olduğumu, hatırlandığımı hissettim” ifadesi, bu yardımların ve insana dokunmanın maddi yardımdan çok manevi yardıma vesile olduğunu gösteriyordu kalplerimize.
Kırgızistan yolculuğu bunun gibi birçok güzel anıyla ve yine “Dünya bizi bekliyor!” şuuruyla gidip, değişip geldiğimiz bir sefer oldu.
Yazının başında da söylediğim gibi, Ramazanın son haftası da umredeydik. Beraber çalıştığımız üç güzel dost, üç kafadar, “gidelim” diye niyet edip soluğu Mekke’de aldık.
Emin beldeye ilk kez gidiyordum. GENÇ’ten Süleyman Ragıp Yazıcılar ve Abdurrahim Yüce ağabeylerle Mekke’deki otelimizden Kabe’ye doğru yürüdük. Gözlerim kapalıydı… “Beytullahı canlı gözlerle görünce edilen ilk dua kabul olur” inancıyla Kabe’yi iyi bir açıdan görmeyi arzuluyordum. Tabii sabırsızlığım neticesinde beklediğimden önce gördüm. Kalbimden geçen ilk sözler bolca virgüllü, bir kısmı ezberlenmiş uzunca bir dua oldu.
Umre ziyaretinde ilginç manzaralar görmek de nasibimizde vardı. Özellikle Türk umrecilerin hallerini gözlemlemek istedim. Gerçekten millet olarak kendimize has özelliklerimiz dünyanın her yerinde bizleri ayırt ettiriyor. Tavaf ederken kaybolmamak için birbirlerini iple bağlayan yaşlılarımız, tekdüze kıyafetlerle müsamere yapıyormuşçasına hareket eden kafilelerimiz, dışarıdan bakınca oldukça garip ama bir o kadar da samimi gözüküyordu. Bir zamanlar kutsal topraklara emanetçilik yapan ecdadımızın inşa ettiği revakların hâlâ Kabe’nin etrafında olması, Mescid-i Nebevi’de bulunan Osmanlı hatları, ecdadımıza Fatihalar okumamız, dualar etmemiz için güzel vesilelerdi. Tabii orada yanlış olan, olumsuz nitelikte bir şey hiç mi yok, illa ki var: “Araplar şöyle, Pakistanlılar böyle, bunlar İslam’ı mahvetmişler, Türkler olmasa buraların vay haline” psikolojisi bazı umrecilerde mevcuttu. Bu bakış ve düşünce, Kabe gibi güzelliğe, muhabbete, birlik olmaya odaklanılması gereken bir yerde zuhur edince hiç de hoş gözükmüyordu.
Ramazan ayı böyle geçip gitti. Zamanla geçer dedikleri; acılar, kaoslar, zulümler, sevinçler hayatımızın bir parçası, hiçbiri geçmiyor. Bunlarla nasıl yaşayacağız, nasıl yeneceğiz diye sorduk kendimize. Nasip olsun, yine gidelim farklı diyarlara; keşfetmek ve öğrenmek için kendimize sefere çıkalım.
Salih Yüzgenç'ın Yazısı.