Bir Hiç Uğruna Kurban Olmak
Mayalar özgürlükleriyle beraber topraklarını ve inançlarını kaybettiler. Şehri kurup yöneten Montejo ailesi o kadar ileri gitti ki evinin dış duvarlarını Mayalar’ın başını ezen, vahşi gözlü İspanyol fatihlerinin kabartmalarıyla süsledi.
Şehirler sanatçıların ruhundan parçalar taşıyarak yükseldi topraktan. İşte bu yüzden dünyanın hiçbir şehri benzemedi birbirine. Ben de farklı olanı arayıp geçmişe dokunmak istedim. Kukulkan Piramidi’nin basamaklarını çıktıkça bin beş yüz yıllık taşlar sızlanıp kanıyordu. Yıllarca kurban edilen insanların hayatıydı beni çağıran. Ürkek değil, hırçın ve gururlu.
Ölüm kutsaldı. Maçı kazanan pelote* takımının şefi basamakları gururla çıkarken uyuşturucuya rağmen titriyor, soğuk terler ensesinden belini saran kuşağına kadar süzülüyordu. Hiç sönmeyen ateşe bir avuç toz attı şaman. Gök gürledi, bilge adamın gözünün akı karardı. Kurbanın kalbi obsidyen kamayla sökülüp rahibin parmakları arasında henüz atarken kafası kesilen vücudu merdivenlerden aşağı atıldı. Oysa daha birkaç saat önce topu elini ayağını kullanmadan kalçasıyla havalandırmış. Bu ölümü hak edip tanrıya yakın olmak istemişti.
Piramit’in ölçüleri gökbiliminin bugün açığa çıkardığı ölçümleri taşırken, yüzlerce yıl evvel yapılan doğru hesaplar daha da gizem katıyor Mayalara. Efsaneler yetersiz kaldığında uzaydan gelen güçlerin izini arıyor hayalperest tarihçiler. Ama ister inanın ister inanmayın dünyanın en uzun ve en kısa gününde ışığın düşüşüyle hareketlenip canlanıyor basamakların iki yanını süsleyen taştan yılanlar. Elli iki yılda bir üstüne yapılan yeni bir piramitle yükselen tapınak iç içe girmiş matruşka bebekleri anımsatıyor. Çıngıraklı yılanın kuyruğu gökyüzünü göstermiyor artık. Sunağın duvarları yan yatmış. Basamaklar kırık. Pelote sahasında selfi çekiyor turistler, Bin Direkli Tapınak ölen askerlerin anısına hala ayakta, satıcılar dolaşıyor tarihin taşlaşmış mekânında. Şapkasına elde ördüğü boncuklu anahtarlıkları asmış bir kadın kolunda sıra sıra kemerler, çantalar, renkli bilezikler hareketli dükkan gibi dolanıyor. Tezgahlarda boyalı kafatasları, rengarenk hamaklar, maskeler, hasır şapkalar. Küçük çocuk avucuna sıkıştırdığı düdükten kaplan sesi çıkarıyor. İki şaşkın bukalemun renkten renge girerek kaçıyor.
Chicken Itza’dan Mayalar’ın izini silememiş İspanyollar. Ne büyük şehirlerdeki gibi piramitlerin üstüne kilise dikmişler ne de taşlarını söküp malikaneler yapmışlar. Terk edilmiş bu şehir. Altın uğruna dünyanın en büyük katliamlarından birini yapan Cortes o kadar çok can almış ki tanrılara kurban vermeyi unutmuş yerli halk.
52 yılda bir üç takvimin başlangıcı aynı güne denk geldiği kutsal yılda tanrının lanetini veya mucizesini bekler köse mayalar. Cortes gemisinden inerken güneş vurur kızıl sakallarına, beklenen kişidir, tüylü yılandır gelen. Kutsal içeceklerinden sunarlar, ılık ve tatlı. Sıcak çikolata sadece Cortes’e verilir. Sır odaları açılır tapınakların, değersiz altın aynayla takas edilir. Kadın ilk defa kendisini gördüğünde tanımadığı yüzüne dokunur. Kimine gurur, kimine hüzün düşer büyülü camdan. Büyük Okyanus’a gömülen efsanevi Mu kıtasından geldiğine inanılan Mayaların yüzü kayıp, geçmişi, kaderi kayıp.
Yucatan yarımadasının başkenti Merida’ya geldiğimde dünyanın en büyük kraterinin merkezindeydim. Volkanların sesi gök gürültüsüne benziyordu. Biraz duman biraz kül.
Beyaz şehir: Merida, adını ateş saçan oklar taşıyarak yerlileri kolayca avlayan ve dört ayaklı canavara binen –ki bu canavarlar yerlilerin daha önce görmedikleri atlardı- beyaz adamdan aldı. Mayalar özgürlükleriyle beraber topraklarını ve inançlarını kaybettiler. Şehri kurup yöneten Montejo ailesi o kadar ileri gitti ki evinin dış duvarlarını Mayalar’ın başını ezen, vahşi gözlü İspanyol fatihlerinin kabartmalarıyla süsledi. Evin yeşil avlusuna girdiğimde yüksek tavanlar, panjurlu pencereler Endülüs’ü anımsatırken siyah beyaz resimler geçmişe götürdü beni. Koltuğun üstüne bırakılmış bir şal, dantelleri sararmış yelpaze, daha dün tozu alınmış gibi parlayan kristaller...
Uxmal’a vardığımızda arabadan inip Meksika şapkaları satan tezgahtan en renklisini seçip başıma geçirdim. Köşeleri yuvarlak piramidin tepesinde tapınaklarını terk etmeyen kara ruhlar -bunlar bildiğimiz kartaldı- döne döne uçuyordu. Büyücünün tapınağı farklıydı, sihir değmişti taşlara. Üçgen Maya kapıları rahibeler tapınağına açılırken halkın sadece törenlerde girdiği Ziggurat rahiplerin, kaplumbağalar evi ise Yağmur Tanrısı’nındı. Ter ve buharla kötü ruhlardan kurtulduklarına inandı Toltekler. Prenses bin yıl önce girdiği saunada gözlerinin karası kaybolana kadar oturdu. Başı arkaya sarkıp ruhu bilinmeyen yerlerde gezinirken ağzını sonuna kadar açtı ve içindeki kederi kustu. Mavi yasemin kokulu bir duman kapladı etrafı. Kötülük her zamanki gibi alımlı ve çekiciydi.
* Mayalar’ın iki takımla, el ayak değmeden veya top yanarken oynadığı top oyunu.
Hande Berra'ın Yazısı.