N`ayır N`olamaz!
Şimdilerde ne burnumuza sokulmaya çalışılan Amerikan rüyası kaldı, ne de kahraman Amerikalı askerlerin gurur tablosu haline getirildiği savaş filmleri... Artık onların yerini fantastik filmler aldı. Mavi ırklar, büyücüler, kâbuslar, başka dünyalar... Burun kıvırdığımız Yeşilçam filmleri de yerini karanlık suskun bol ödüllü Türk sinemasına bıraktı. Sizi bilmem ama ben Hollywood`un fantastik filmlerini izlemek yerine Yeşilçam`ın siyah beyaz fantastik filmlerini izlemeyi tercih ederim. Jönleri on kere kör olup on bir kere yeniden görse bile:)
Eskiden Türk filmi izlemek hele de Yeşilçam klasiklerine defalarca bakmak pek makbul sayılmazdı. Avrupa’da onca film çekilirken ve Hollywood`un Amerikan rüyası zihinlerimize peyderpey kazınırken kalkıp da siyah beyaz bir filmde “nayır nalân biz nayrı dünyaların insanlarıyız” repliğine burun çekmek arkadaşlarınız arasında eksi puan almanıza sebep olurdu. Müstakil evleri, kapılarında orta sınıf arabaları ve yaşadıkları gayrı meşru ilişkileri ile garip bir caziplik sunardı ecnebi filmler. Biz de o garip cazibeye kapılır Yeşilçam`ın İstanbul`a kaçan köylü kızlarını, onların ellerinden tutan babacan yaşlılarını, gözleri bir çarpmayla kör olup, başka bir çarpmayla yeniden açılan jönlerini, dolap gibi dönse de sonunda yerini bulan adaletini elimizin tersi ile itiverirdik. Fabrikatörlerin fakir kızlara âşık olması, inşaat işçisinin bir anda ünlü bir şarkıcı olması fantastik gelirdi ve “klasik Türk filmi” işte denilir geçilirdi.
Ama onca Türk filmi içinde zihnimize kazınan yine de hayattan bir şeyler olurdu. Özellikle karakter oyuncularının başarısı ile vefa, güven, saygı hep bir tablo gibi gönül duvarımıza asılır, “insaniyet” kalbimizin üzerine kazınırdı. Kötü olan ne varsa ayaklar altına alınmadan film biterse o film “kötü” olarak damgalanırdı. İllaki sevenler kavuşmalı, suçlular cezasını bulmalı, kötülükler affedilmeliydi. Böyle bir bakıştı bizimkisi. Sonradan çıktı intikam almalar, ihanet tandanslı kurgular, öldürürken zevkten inlemeler, düşmanın bedeninde bomba patlatmalar… Karakter oyuncuları bile doğru dürüst iyilik yapamaz, dost olamaz hale geldi.
Haluk Kurdoğlu, yaşasaydı o babacan karakterlere bile bir aldatma bir arkadan vurma rolü biçerek -seyirciyi şaşırtma adına- tüm duygu dünyamızı alt üst edebilirdi yeni yetme yönetmenler. Adile Naşit derin devletin elemanı, Nubar Terziyan gizli bir kaçakçı, Münir Özkul sapık katil olarak karşımıza çıkabilir, Yeşilçam`ın içimize iyilik adına ektiği ne varsa “sinemada yeni bir bakış ve gerçeklik” adına yer ile yeksan edilebilirdi. Allahtan bu oyuncuların çoğu vefat edip derunumuzda onlara ait beslediğimiz hüsnü zan ile göçüp gittiler bu âlemden.
Ben bu karakter oyuncularının içinde en çok Hulusi Kentmen`i severdim. Çünkü onun hâkim rolünde olduğu hiçbir dava haksız sonuçlanmamış, onun çocuğu rolünde olan hiçbir delikanlı affedilmeyip kaderine terk edilmemişti. Sonra Kadir Savun bildiğin Anadolu insanını temsil ederdi. Elinde tespih sırtında yeleği ile hep güven veren, kollayan, savunan destek olan bir ağabey, mahallenin mert ve cesur fukara babası ve gerektiğinde canını veren bir dosttu o. Münir Özkul daha şehirli ve daha naifti. Merhametin diğer adıydı. Zayıf yüzü, titreyen elleri ve munis bakışıyla kimseye zarar getirmeyecek karakterlere bürünürdü daima. Bazen komik bazen de ağlamaklı bakardı ama bir haksızlık varsa sağ omzunu kaldırıp kaşını çatmayı ve vefa adına doğru bildiğini haykırmayı da iyi bilirdi. O yıllar hiçbir kötü karakter oyuncusu iyi rolde oynamamış hiçbir iyi karakter oyuncusu da kötü role bürünmemişti. O yıllar sinemada suretler siretleri temsil ediyordu. Ve iyi olan “tövbe Allah” ihanet etmiyordu sevdiklerine… Her jön için sığınacak bir karakter oyuncusu muhakkak oluyordu.
Sonradan filmler kişiler üzerinden gitmeye başladı. Karakter çözümlemeleri yapmak adına iyisi ve kötüsü ile modern insan tam karşımızdaydı artık. Yan roller, tali yollar yoktu ve modern insan sap gibi ortadaydı. Hem filmlerde hem de gerçek hayatta...
Belki de bu yüzden sevmiyorum yeni filmleri. Bir karakter oyuncusu büyütmeyi başaramadığı için. İnsanın hem iyi hem kötü olabileceğini suratımıza haykırırken kötü taraflarımızı gizleme, günahlarımızı örtme lüksümüzü bizden aldığı için. İyi olarak bildiğimiz kim varsa ona kötü olma şansı tanıdığı için... Malum bizlere hayatın başrol oyuncusu olma fırsatını verdi modern hayat. Bu hayat tarzı içinde yaşlı karakterlere, sırta yük olacak dostluklara, babacan komşulara, evden/kendimizden kaçtığımızda sığınabileceğimiz akrabalara yer yoktu. Modern hayat sadece bencilliği öğretti. Sadece başrolde oynamayı, biricik ve tek olarak yaşamayı, kendi isteklerini tatmin etmeyi ve etrafındaki insanları çıkarların doğrultusunda kullanman gerektiğini öğretti. Bir gün bu bocalamaların ardından insan yeniden düşünecek ve yeniden şekillenmeye çalışacak muhakkak. Dini, erdemi, ahlakı saf dışı eden her insan yalnızlıktan bir pay çıkarmaya, etrafında aramadan bulduğu o saf ve temiz karakterleri yeniden kazanmaya çalışacak. Gün gelecek tükettiği her şeyi yeniden üretmeye çalışacak insan. Beğenmediği o filmlerdeki gibi yaşamak isteyecek. Modern hayata, aydınlanmaya, kocaman bir “nayır, nolamaz” diyerek postmodern dünyada yeniden kendi yazdığı hikayesini ve kendi seçtiği rolleri kurgulayarak yaşayacak. Yoksa bize biçilen bu modern rolle bir trenin altında kalmamız, kanlı bir hikayede can vermemiz, bir kabusa uyanıp bedenimize geri dönemememiz işten bile değil.
Sosyal içerik adına içimiz boşaltılırken, uzun metrajlı ve geniş soluklu olabilmek adına ruhumuz daraldı. Oysa biz Sadri Alışık`ın bir filminde yaptığı gibi “kimseye etmem şikayet ağlarım ben halime/ titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime” diye mırıldanmalıyız ki özümüze bir yol bulalım ve başrol oyuncusu olmak yerine birileri için karakter oyuncusu olup omuz vermeye talip olalım. Birileri için ayna, sığınılacak liman, affedici merhametli bir sırdaş olalım. İçimizdeki meleksi tarafları açığa çıkarmak adına "emri bi`l maruf ve nehyi ani"l münker”i gerçekleştirmeye çalışalım. Yoksa insan kötülüğe meyl ettikçe kalbi taşlaşıyor ve hayat size bir “Erol Taş” karakteri biçmeye başlayabiliyor.
Ne diyordum…
Şimdilerde ne burnumuza sokulmaya çalışılan Amerikan rüyası kaldı, ne de kahraman Amerikalı askerlerin gurur tablosu haline getirildiği savaş filmleri… Artık onların yerini fantastik filmler aldı. Mavi ırklar, büyücüler, kâbuslar, başka dünyalar… Burun kıvırdığımız Yeşilçam filmleri de yerini karanlık suskun bol ödüllü Türk sinemasına bıraktı. Sizi bilmem ama ben Hollywood`un fantastik filmlerini izlemek yerine Yeşilçam`ın siyah beyaz fantastik filmlerini izlemeyi tercih ederim. Jönleri on kere kör olup on bir kere yeniden görse bile:)
Not: Bir de Minyeli Abdullah rolü ile tanıdığımız CHP`li Berhan Şimşek vardır… O yıllar böyle bir filmde oynadığı için Atatürkçü ve laik çevreler tarafından çok fazla eleştiri almıştı. İşin ilginç tarafı ben de o rolde oynadığı için bu beye hep pozitif ayrımcılık yaparım. “Sizi o rolle hatırlıyoruz efendim” diyen spikere “ama ben Deniz Gezmiş rolünde de oynadım” diye cevap vermişti. İyi de siz istemeseniz de biz sizi ille de Minyeli Abdullah rolü ile hatırlıyoruz. Belki de suretlerin siretlere yansımasını hala çok istiyoruz.
Ayşegül Genç'ın Yazısı.