Çocukların Oyun Yeri Camilerdir
Yunus Emre Tozal
Oğuz Atay Tehlikeli Oyunlar kitabında bahseder, ”oyunlar” der, ”gerçeğin en güzel yorumlarıdır.” Bizim gerçek dediğimiz şey de, bazı güçlükler yüzünden iyi oynanamayan oyunlardır. Gerçeği keşfedercesine oynadığımız, bizi biz yapan oyunlar...
Sonbahar geldi, ağaçlar yapraklarını dökmeye başladı. Bahçıvan bu aralar iki günde bir kursun bahçesini temizliyor, kurumuş yapraklar bahçemizde geziniyor. Havalar soğudu, Ankara’nın kışı erken gelir derler, Ekim ayında başlayıp Nisan başlarında sona eren mevsimdir Ankara kışı. Bu süre zarfında karın yağıp yağmaması soğuğun derecesini etkilemez, iliklerine kadar üşütür titretir insanı. Bir kez bile kar yağarsa, mevsim sonuna kadar kaldırımlardaki mevcudiyetini koruyabilir. Güneş de kâr etmez karın erimesine...
Soğuklar başladı mı Kur’an kursunda çeşitli oyun arayışları da ortaya çıkar. Öğle yemeklerinin ardından yaz günlerinin o sıcak öğlen vakitlerinde oynanan futbol ve voleybol maçlarının yerini küçüklü büyüklü gezintiler alsa da; bu gezintiler öğrencileri kesmez, aksiyon ve heyecan illa ki aranır. Birkaç çorabın birleşiminden oluşturulan ve açılmaması için sıkıca bantlanan küçük toplarla sınıflarda minyatür kale maçlar yapmaktan tutun, rahle arkalarında üç tesbih tanesiyle oynanan bilardo maçlarına, sınıflardaki öğretmen masalarını masa tenisi sahası olarak kullanmaktan, mescitte simit oyununa varıncaya kadar türlü alternatifler denenir. Hani Oğuz Atay Tehlikeli Oyunlar kitabında bahseder ya, ”oyunlar” der, ”gerçeğin en güzel yorumlarıdır.” Bizim gerçek dediğimiz şey de, bazı güçlükler yüzünden iyi oynanamayan oyunlardır. Gerçeği keşfedercesine oynadığımız, bizi biz yapan oyunlar...
Mahmut, uzun boylu arkadaşlarımızdan... Çankırı Şabanözülü... Köyde küçüklükten itibaren tarla işlerinden çalıştığından mıdır nedir hem çevik hem çok hızlı... Voleybolda ortada oynadığı takımın kazanma ihtimali çok yüksek. Havaya zıpladığı toplarda yaptığı smaçlar, karşı takımın smaçlarına karşı uzun kollarıyla yaptığı bloklar, voleybol maçlarının unutulmaz anlarını yaşatıyordu bize. Voleybol sahasına gelişiyle ortamı renklendirir, oyunuyla kendisine hayran bırakırdı. Ben ve birkaç arkadaşım Mahmut’a karşı oynamayı severdik. Özellikle Mahmut’la karşı karşıya gelen ön tarafta değil, Mahmut’un vuruşlarını arkada çıkarmaya çalışan libero gibi savunurduk. Savunarak saldır taktiği ile maçlar büyük bir çekişmeye sahne olurdu. Mahmut’tan gelen topu çıkarabilmek, çok büyük bir olaydı. Havalar soğuyunca Mahmut da kurs içi oyunlarda kendine yer bulmaya başladı. Hafızalara beş-taş oyununu genişletmesiyle kazınan İsa ile yaptıkları beş-taş mücadeleleriyle kazındı.
İsa, beş taş oyununun amirali gibiydi. Mahmut gibi köyde büyümüş, küçüklüğünden beri o tarla senin bu tarla benim orakla başakları toplamış, köyde yetişmiş. Köyde en çok oynadıkları beş-taş oyununun bilmediğimiz yönlerini tüm kursa İsa öğretti. Zamanla kursta çok popüler oldu. Öyle ki, oyun esnasında en ufak bir ikilemde kalan oyuncular İsa’yı arıyor, kendilerine hakemlik yapmalarını istiyorlardı. Elleri biraz iriydi, avuç içleri ve çalışmaktan su toplayarak aşınan parmakları ile taşları havada bir kartal gibi kapar; hiçbir taşı birbirine değdirmeden dakikalarca oynardı. Beş-taş oyununun bilindik versiyonundan ziyade ilk defa öğrendiğimiz bölümlerini bize zevkle anlatır, düzenlediğimiz turnuvalarda her defasında birinci olurdu. Sütçü Baba kısmını değişik bir türküyle geçer, ardından puanları toplardı. İsa, aynı zamanda bilardoda da iyiydi. Kalemlerin arkasını bir ıstaka gibi kullanıp tesbih tanelerini birbirine çarptırabilmek, büyük maharet istiyordu. Bilardo deyince akla Bahadır gelirdi.
Bahadır, Konyalı arkadaşımız… Konya’da ailecek açtıkları oyun salonunda ağabeyinden bilardoyu öğrenmiş. İzin dönüşlerinde ağabeyiyle oynadıkları bilardo maçlarını anlatır, bizi Konya’ya oyun salonuna götürmenin hayallerini kurardı. Elbette bu oyunu oynamak için rahlenin tabanının düz olması gerekiyordu. Düz olmayan rahleler tercih edilmezdi. Hatta rahle alınacaksa ya da yaptırılacaksa marangoza alt tarafı düz olacak şekilde tarif edilir, etrafı ince bir çitle oluşturulacak alanın çivisiz olması istenirdi. Her rahlede oynanamadığı için oyun oynanabilen rahleler sınıf sınıf geziyordu. İlk başlarda rahleleri sık sık yer değiştirdiğimizi gören hocalar bu duruma bir anlam veremese de, zamanla yeni yaptırılan özel rahlelerle bilardo sahalarımız arttı ve rahle taşımamıza gerek kalmadı. Bizle beraber kalan görevli hocaların dışında ders dinlemeye gelen hocalar genelde ikindi vakitlerinde ayrılırlardı. Özellikle ikindi vaktinden sonra akşam yemeğine kadar oynar, rahleleri bir araya getirerek küçük turnuvalar yapardık. Bazen yenen kişi sahada kalır, yenilen kişi değişirdi. Bu durumlarda Bahadır’ı uzun süre izleme imkânı bulurduk. Üzerinde Kur’an ezberlenen rahleler, ters çevrildiğinde bilardo masasına dönüşür, hafızların arasında rekabetli ve renkli maçlara sahne olurdu. Bahadır’ı bu renkli maçlarda izlemek büyük bir keyifti. Kalemleri bir ıstaka tutar gibi eline alır, ciddiyetle tesbih tanelerine bakar, düşünür ve ardından hamlesini yaparak suntalar arasında gidip gelen ve birbirine çarpan tesbih tanelerine bakardı. Onun bu ciddiyeti kursta kısa zamanda oyunun da popülerleşmesine sebep oldu. Bahadır her ne kadar bilardo oyununda iyiyse de masa tenisinde hep kaybeder, kaybettikçe oynamak isterdi. Yenilen pehlivan güreşe doymaz derler ya, Bahadır da yenilmeye hazmedemezdi. Masa tenisi deyince akla İbrahim gelirdi.
İbrahim, Çankırılı bir arkadaşımızdı, sesi pek güzeldi. Sabah namazlarından sonra bazen dersini çalışırken sesini yükseltir, makam çalışırdı. Onun makam çalıştığı zamanlar önünde ya da arkasında oturmaya gayret eder, göz ucuyla kendi dersimi tekrar ederken İbrahim’i dinlerdim. Kur’an okurken ister istemez duygulandıran sesler vardır ya, İbrahim’in her okuyuşunda duygulanırdık. Sesinde sanki nereden geldiğini bilemediğimiz bir hüzün hâkimdi. Anlattığına göre köyde büyük bir evliyanın türbesi bulunurmuş. Ailecek evliyanın bulunduğu türbeye bakarlar, türbenin içini ve çevresini sürekli temizlerlermiş. Haftasonları özellikle türbeye ziyaretçiler gelir, türbenin yanında bulunan misafirlik bölümünde kalırlarmış. Türbede babasından öğrendiği makamlarla Kur’an okuyan İbrahim, daha küçük yaşta makam alanında epey ilerlemiş. O güne kadar sesiyle hafızalara kazınan İbrahim, bir gün sınıfta hocaların derslerimizi dinlediği masalara bakarak aslında masa tenisi oynayabileceğimizi söyledi. Ardından bir koşu kömürlükten düz bir tahta getirdi ve bir arkadaşın kımıldatmadan bu tahtayı tutması gerektiğini söyleyerek tabanı düz terliklerle ve küçük topuyla oyunu öğretmeye başladı. Oyun aslında basitti ama topu karşıya atarken topa verdiği falsolü vuruşu herkes yapamıyordu. İlk başlardaki acemiliği üzerimizden attıktan sonra ise ortaya çekişmeli maçlar çıktı. Oyuna eli yatkın arkadaşlar daha servis kullanırken kendisini belli ediyordu. Ne kadar çekişmeli maçlar çıkarsa çıksın, İbrahim aramızdan en iyisiydi. Zor da olsa tecrübenin verdiği rahatlıkla çok iyi vuruşlar yaparak harika sayılar kazanıyordu. Meğer köyde türbe misafirliğinin altında gerçek masa tenisi sahası varmış ve dayısı birkaç yarışmada dereceler almış. Dayısının hünerlerini anlatır durur, topa nasıl vurmamız gerektiğini anlatarak, oyunu nasıl takip etmemiz gerektiğine ilişkin uygulamalı örnekler yapardı.
Kursun üçüncü katında bulunan mescit, kurs içinde oynanan oyunlar için yeterince büyük olup, ikindi sonrası vakitlerde büyük oyunların merkezi gibiydi. Günlük derslerini verip yarınki dersi için de ezberlerini tamamlayan öğrenciler, mescitte buluşur, oyunlara göre takımlara ayrılırdı. Kimileri sıra sıra birdirbir oynarken, bir grup uzun eşek oynar, bir başka grup halı desenlerinde misket oyununun meşhur oyunu mors oynarlardı. Böylece mescit, hafızların özellikle ayrılmak istemedikleri, sürekli oyun oynayabilecekleri bir yerdi. Namaz vakti dışında simit oyunu da oynanır, bazen çok katılımlı minyatür kale maçlarına ayrılır, öğrencileri bir araya toplardı. Yıllar sonra Suriye’ye Arapça öğrenmek için gittiğimde (2006) mescitlerde çeşitli oyunlar oynayan çocuklar gördükçe hafızlık yıllarıma gidip duygulandım. Onlarla beraber camilerde maçlar yaptım. Emevi Camisi’nin avlusunda maç yapmışlığım var. 2012’de Kudüs’e gittiğimde Mescid-i Aksa’nın içinde top oynayan Filistinli çocuklara karışmışlığım ve hatta orada sektirme yarışı yapıp tek seferde 300’ü geçmişliğim var. Gerçek rekorumsa 1062. Evet, futbol topuyla tek seferde 1062’yi geçecek rakip varsa gelsin! Keşke bizim camilerimizde de çocuklar istedikleri oyunu oynayabilseler ve çocukların toplanma yerleri internet kafeler, oyun salonları değil de camiler olsa…
GENÇ'ın Yazısı.