Bir kere yola çıkmış, kaçak bir yolcu olmuştum.  Kanunlara göre suç işliyordum. Fakat benim kaçak yolculuk yaparak çiğnediğim bu kanunlar keşke dünyanın öbür tarafından gelip Afganistan’da sivilleri katleden katiller için de geçerli olsaydı.

Artık Afganistan-Pakistan sınırındaki Veziristan’da son günlerimi geçiriyordum. Birkaç gün sonra buradaki 40. günüme girecektim. Artık geri dönüş yolculuğunu düşünmeye başlamıştım. Zor bir yolculuk daha beni bekliyordu. Kaçak olarak geldiğim Veziristan’dan yine kaçak olarak geri dönmem gerekiyordu. Geliş yolculuğunda yakalanmamam dönüş yolculuğunda da yakalanmayacağım anlamına gelmiyordu. Fakat artık yapacak bir şey yoktu. Bir kere yola çıkmış, kaçak bir yolcu olmuştum. Kanunlara göre suç işliyordum. Fakat benim kaçak yolculuk yaparak çiğnediğim bu kanunlar keşke dünyanın öbür ucundan gelip Afganistan’da sivilleri katleden katiller için de geçerli olsaydı. Bu arada Veziristan’daki son günlerimi görüşmeler yaparak ve sık sık gezintiye çıkarak geçiriyordum. Buradaki dağlarda gezerken kendimi bir yüksek geçitten diğerine uçan özgür kartalların yerine koyuyordum. Dağlara tırmanıp gökyüzüne doğru yaklaştıkça adeta özüme, fıtratıma döndüğümü hissediyordum. Veziristan’ın dağlarına iyice alışmıştım.

Kabile Reisinin Bürosunda

Kabile Reisinin Bürosunda Veziristan’da yaptığım önemli görüşmelerden biri de bölgedeki Veziri Kabilelerin tümünün büyük bir saygı duyduğu, lider olarak gördüğü Hacı Ömer’le yaptığım görüşmeydi. Hacı Ömer’le Vano şehrindeki bürosunda bir araya geldik. Yerde küçük bir masa, masanın üzerinde ise bir telefon, bir defter ve bolca mermi ile şarjörün bulunduğu bir büroydu Hacı Ömer’in bürosu… İri yarı, gür sakallı, keskin bakışlı bir adam olan Hacı Ömer’e göre Taliban’ın en büyük başarısı Veziri Kabileleri birbirleriyle barıştırıp tek vücud haline getirmesiydi. Yaklaşık 1 saat sohbet ettiğimiz Hacı Ömer; “Amerika Afganistan’daki işgalini sürdürdükçe, Veziristan’da düğün ve cenaze evlerini bombalayıp sivil insanları katlettikçe Taliban bitmeyecek ve daha da güçlenecektir” diyordu. Veziri aşiret lideri özellikle Pakistan yönetimine öfke kusuyor ve bölgedeki aşiretler olarak asla Pakistan yönetimine silahlarını teslim etmeyeceklerini söylüyordu. Hacı Ömer bir ara silahını eline aldı ve adeta sever gibi elini silahının üzerinde gezdirdi. Sonra da bana bakarak; “Veziristan’da eğer silahınız yoksa herkese boyun eğmek zorunda kalırsınız. Burada hür olarak yaşamanız için mutlaka silahınız olmalı.Canlarımızı veririz; fakat tüm dünya üzerimize gelse yine de silahlarımızı teslim etmeyiz” dedi.

Taliban’ın Medreseleri

Vano bölgesi kaldığımız kampa en yakın yerleşim bölgelerinden biriydi. Veziristan’ın birçok bölgesinde olduğu gibi Vano ve etrafında da birçok medrese vardı. Bu medreselerde genelde hadis, fıkıh ve alet ilimleri öğretiliyordu. Daha çok ezbere dayalı bir usulün kullanıldığı medreselerde İslam’ın sosyal ve siyasi olaylara çözüm bulma yönü işletilmiyordu. Veziristan’dan başlayıp Pakistan’ın içlerine kadar uzanan bu medreselerde Hanefiliğe en üst düzeyde önem verilirken ne yazık ki Hanefiliğin akla ve yoruma önem veren ruhu es geçiliyordu. Gerçi bu ruh gerçek anlamda hangi İslam ülkesinde işletiliyordu ki? Ayrıca Taliban için dış görünüş, özellikle de sakal öyle önemli kabul ediliyordu ki sakal bırakmayan bir Peştun’a erkek olarak bakılmıyor, hatta bir Peştun’un işgalcilere karşı savaşa katılabilmesi için önce sakal bırakması şartı öne sürülüyordu.

Peştunların Kahramanı Nik Muhammed

Vano sokaklarında gezerken dikkatimi duvarlardaki bir resim çekti. Bu karizmatik bir gencin resmiydi. Bu resmi sadece Vano’da değil; Veziristan’ın diğer bölgelerinde de görmüştüm. Resmin altında Arapça hatla Nik Muhammed yazıyordu. Peki kimdi bu Nik Muhammed? Bu soruyu Vano’da gezerken bize mihmandarlık yapan bir Peştun’a sordum. Yaşlı Peştun 2004 yılında ABD’ye ait bir insansız hava uçağı tarafından katledilen Nik Muhammed’in başta gençler olmak üzere Veziriler tarafından bir kahraman olarak görüldüğünü söyledi. Fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Nik Muhammed daha yirmili yaşlarda hitabeti, cesareti ve teşkilatçılığıyla tüm Veziristan’da büyük bir üne kavuşmuş ve gençler onun etrafında toplanmaya başlamışlar. Doğal bir lider olan Nik Muhammed kısa zamanda aşiret reislerinden bile daha güçlü hale gelirken, zorbalıkla halkı yönetmeye çalışan bazı aşiret reislerine boyun eğdirmiş. Hatta Peştunların hâlâ övünçle anlattıkları Shakai Anlaşması’yla sona eren savaşta Pakistan Ordusu’na karşı Peştun silahlı güçlerinin başında yine Nik Muhammed varmış. Sade yaşantısı ve dinine olan bağlılığı Peştunların Nik Muhammed’e olan güvenini her geçen gün daha da arttırmış. Fakat Nik Muhammed’in Amerikan işgal güçlerine karşı mücahidlerin yanında saf tutması, mücahidlere sığınak olarak Veziristan’ı açması birden ABD’nin hedef tahtasına oturmasına neden olmuş. Uydu telefonuyla röportaj verirken insansız hava uçakları tarafından öldürülen Nik Muhammed’in davası bugün de Peştun gençler tarafından yaşatılmaya çalışılıyor. Amerika katlederek yok edeceğini sandığı Nik Muhammed yerine aslında yeni Nik Muhammedler yetişmesine hizmet etmekten başka bir iş yapmıyor. Bundan dolayı da bölgedeki savaş her geçen yıl daha da büyüyor.

Ebu Ömer: Herkes Kendi İşini Yapmalı

Artık Veziristan’daki röportaj ve görüşmelerimi tamamlamış ve zihnimdeki birçok soruya cevap bulmuştum. Bir gün Ebu Ömer beni kamptan alıp misafir olmam için evine götürdü. 20 yılı aşkın bir süredir Afganistan’da cihat eden Ebu Ömer ancak 40 yaşında evlenebilmiş ve evliliğinden de bir kızı olmuştu. Ben bir taraftan Ebu Ömer’in küçük kızıyla oynuyor; diğer taraftan da onunla sohbet ediyordum. Bir ara Ebu Ömer’e artık Türkiye’ye dönme vaktimin geldiğini, yaptığım röportajları bir an önce gazeteye yetiştirmek istediğimi söyledim. O da tebessüm edip “sana iyice alışmıştık; fakat herkes işini yapmalı” dedi. Ebu Ömer bana geri dönüş yolunda Sultan isimli Peştun bir mihmandarın yardımcı olacağını ve birkaç gün içinde yola çıkabileceğimizi söyledi. O gün evinde Ebu Ömer’le uzun uzun sohbet ettik. Ebu Ömer’in en çok hoşuma giden yönü 20 yıldır elinden silah düşmemesine rağmen insanlığını hiç kaybetmemesiydi. Hiçbir aşırılığı, insana garip gelecek hiçbir yönü yoktu. Savaş ve cepheler zamanla birçok kimseyi merhametsiz bir hale getirirken Ebu Ömer için bir insanlık mektebine dönüşmüştü.

Türkiye’ye Dönüş İçin Hazırlık

Ebu Ömer’in evinde misafir olduktan, o gün bol bol lokum ve bisküvi yedikten sonra kampa geri döndüm. Kampta kalan Türkiyeli mücahidlere İstanbul’a dönme hazırlıklarına başladığımı, birkaç gün içinde yola çıkacağımı söyleyince yüzler bambaşka bir hale büründü. Çünkü Türkiye’ye dönecek herkes kamptaki mücahidlerin yeniden ailelerini, şehirlerini hatırlamalarına vesile oluyordu. Bu da özlemleri, uzun zamandır biriktirilen duyguları canlandırıyordu. İnsan savaşçı da olsa insandı ve bazı duygularından kaçamıyordu. Kaçmak için ne kadar çabalarsa çabalasın o duygular insanı bir gün hiç ummadığı bir anda yakalıyordu. Türkiye’ye doğru yola çıkacağım duyulunca mücahidler “sana son bir ziyafet çektirelim” dediler ve hazırlıklar başladı. Burada şartlar nasıl olursa olsun misafir en iyi şekilde ağırlanıp en iyi şekilde uğurlanıyordu. Kampta bir koyun kesildi ve mücahidlerle hep beraber güzel bir ziyafet çektik. O günden sonra ben de artık yola çıkmak için bana rehberlik yapacak olan Peştun’dan haber beklemeye başladım. 


Adem Özköse'ın Yazısı.