Yüce hedefler, tepelere tırmanmak gibidir. Göze almak için önce güçlü bir irade, sonra da sabır, sebat, hırs, bitmeyen bir ümit ve cehd-ü gayrete ihtiyaç vardır. İnsan ise çoğu kere kolaycılığa meyillidir. Birde acelecidir. Bu yönüyle de sonra verilecek büyük mükâfata değil de hemen elde edilecek küçük menfaatlere meyillidir. Hâlbuki esas kazanç, dünyevî kazançlar değil Hakk’ın katında elde edilecek yüce kıymetlerdir.

Bir koşuşturmadır şu âlem. Herkes bir şeyin peşinde. Yüreğine koyduğu sevdâ ne ise o uğurda nefes tüketmenin derdinde. “Senin kıymetin, aradığın şey ne ise odur” der, büyük pir Mevlânâ. Durup bir düşünmeli ve aynaya bakıp kendimize bir sormalı: Derdim sevdalanacak kadar kıymetli midir? Rabbimiz yol gösteriyor:

“Ey insanlar! İşte size Rabbinizden bir öğüt, kalplere bir şifâ ve inananlar için yol gösterici bir rehber ve rahmet (olan Kur’an) geldi. De ki: Ancak Allah’ın lütuf ve rahmetiyle, yalnız bunlarla sevinsinler. Bu, onların toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.” (Yûnus Sûresi, 57-58)

İşte Âlemlerin Rabbinin bizim için koyduğu yüce bir hedef: En hayırlı birikim, Allah’ın rahmetini çekecek ve fazlının (ihsan ve ikramının) bize doğru akmasına vesile olacak ne varsa onları elde etmeye kilitlenmek.

Rahmân ve Rahim olan Mevlâmız, peşine düşmemizi ifade buyurduğu rahmet ve fazlının neler olduğunu âyet-i kerimelerde değişik vesilelerle hatırlatır.

Bu âyetteki işaret, Kitâbullahın yani Kur’ân-ı Kerim’in yüce bir ihsan ve rahmet kaynağı olduğu gerçeğidir. Onun lafzına, manasına ve gösterdiği hedeflere dikkat etmemiz ve âdetâ kilitlenmemiz istenmektedir. Buna göre her şeyi öğrenmeye vakit bulduğu halde, Kur’an’a vakit ayıramayanlar, esasen dar ufuklu ve sığ idrak sahibidirler. Nefsânî arzularını elde etme yolunda nefes ve ömür tüketip de ilâhî mesajların gereğini yerine getirme adına yerinden kımıldamayanlar, küçük hesap peşindedirler.

Bir başka rahmet-i ilâhî, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resûlü Efendimizdir. Onun kıymetini bilmek, izinden gitmek, sözüne ve hâline dikkat kesilmek ve daha da ötede derin bir muhabbetle kendisiyle bütünleşmek, akıllılıktır, büyük bir nasiptir. Bu rahmet deryasından istifade için önce tanımalı, saygıyla yaklaşmalı, mübarek sözlerini ve hâllerini büyük bir titizlikle bize kadar taşıyan âlimlerimizin kitaplarından (Hadis külliyatlarından ve Siyere dair eserlerden) öğrenmeli ve sonra da kendimizi o hakikatlerle hücre hücre yeni bir hayata diriltmek durumundayız.

Rabbimizin peşine düşmemizi murad ettiği bir diğer hazine de şu âyet-i kerimede beyan edilmiştir:

“Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddîklarla, şehidlerle ve iyi kimselerle birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştır. Bu Allah’tan bir fazldır (yani büyük bir lütuf ve ihsandır). Hakkıyla bilen olarak Allah yeter.” (Nisâ Sûresi, 69-70)

Evet, insanın arkadaş ve dostlarının peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihler olması ne güzel! Öyleyse şu âlemde bu dostluk çerçevesini oluşturma ve geliştirme adına yapılan her çeşit gayret, tebrike şayandır. Beraberlik, vasıf ve sıfat birliği ile sağlanabilir. Bu itibarla kazanılması gereken şahsiyet kıvamında şunlar olmalıdır: Ötelere açılmış, ilâhî feyiz ve ilhamlara teşne bir gönül. Söz, davranış ve amelde dürüstlüğün ve sadakatin kişilik omurgası haline gelebilmesi. Hak ve hakikat yolunda candan bile geçebilecek bir adanmışlık şuuru. Hayatın her alanında fesadı değil salahı, ayırıp parçalamayı değil, bütünleştirip ülfet oluşturmayı, yıkıcı değil inşa ve ihya edici olmayı hedeflemek. Esasen bütün bu güzelliklerin yol haritası da Allah ve Resûlünün mesajlarıyla hayat bulmaktan ibarettir. Büyük âriflerimizden Hasan-ı Basrî der ki:

“Şu dünyada salih dostlar ve geceleyin seher vakitlerinde hissedilen feyz ve ruhâniyet olmasaydı yaşamaya değmezdi.”

Bu âyetin koyduğu yüce hedef: Nebilerin, sıddıkların, şehidlerin ve salihlerin halkasına katılabilmektir.

Yüce hedefler, tepelere tırmanmak gibidir. Göze almak için önce güçlü bir irade, sonra da sabır, sebat, hırs, bitmeyen bir ümit ve cehd ü gayrete ihtiyaç vardır. İnsan ise çoğu kere kolaycılığa meyillidir. Bir de acelecidir. Bu yönüyle de sonra verilecek büyük mükâfata değil de hemen elde edilecek küçük menfaatlere meyillidir. Hâlbuki esas kazanç, dünyevî kazançlar değil Hakk’ın katında elde edilecek yüce kıymetlerdir. Rabbimiz bu konuda sürekli hatırlatmalarda bulunur:

“Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimliğidir. Oysa asıl varılacak güzel yer ancak Allah’ın katındadır. De ki: Size, onlardan daha hayırlısını haber vereyim mi? Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için Rableri katında, içinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızası vardır. Allah, kullarını hakkıyla görendir.” (Al-i İmrân Sûresi, 14-15)

“Onlara dünya hayatını şu örnekle anlat: Gökten su indiririz de onunla yeryüzünde bitkiler yeşerip gürleşir, sarmaş dolaş olur; sonunda kuruyarak rüzgârın savuracağı çerçöp hâline gelir. Allah’ın her şeyi yapmaya gücü yeter. Mallar ve evlatlar, dünya hayatının süsüdür. Baki kalacak salih ameller ise, Rabbinin katında, sevap olarak da ümit olarak da daha hayırlıdır.” (Kehf Sûresi, 45-46)

Anlatıldığına göre bir gün Ebû Hureyre (r.a.) ağaç dikmekle meşgul iken Resûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- yanından geçti ve: «Ebû Hureyre! Şu diktiğin şeyler nedir?» diye sordu. O da: «Bir kısım dikilecek fidanlar» dedi. Efendimiz şöyle buyurdu: «Bu da güzel, fakat ben sana bundan daha hayırlı dikilecek fidanları göstereyim mi: ‘Subhanallahi ve’l hamdulillahi ve lâ ilahe illallahu vallahu ekber’ demendir. Bunların her birisi karşılığında cennette senin için bir ağaç dikilir.» (İbn Mâce, Edeb 56)

Bu ve benzeri âyet ve hadislerden yola çıkarak, İslâm, dünya hayatından insanı koparıyor gibi yanlış bir değerlendirmeye de gitmemek gerekiyor. Zira bütüncül bir bakış açısı ile baktığımız zaman İslâm’ın, dünyayı Allah’ın muradına göre imar etmeyi ve yeryüzünde fitne fesadın kaldırılıp, sulh-u selamet ve adaletin hâkim kılınmasını emrettiğini de görürüz. Bunu gerçekleştirmek için güç ve kuvvet biriktirmeye önem verilmesine de sık sık dikkat çeker. Ancak insan, fıtratı gereği dünyaya aşırı bir meyille gönlünü kaptırabilen bir varlıktır. Esas hayat olan âhireti unutmaya ve tüm birikimi bu dünyaya hasretmeye yönelebilir. İşte bu sebepledir ki âyet ve hadislerde sürekli ebedî hayat vurgusu yapılır. Zira âhiretin yanında dünya, çok çok az bir geçimlikten ibarettir. Öyleyse esas birikim, âhiret yatırımıdır. Dünyevî itibar ve değerini, Hak katındaki değerinin önüne geçiren kimselerin kariyer hesabı sıradan basit bir hesaptır. En bereketli mevsim olan ve insana verilen büyük bir hazine diyebileceğimiz gençlik dönemini, sadece dünyevî yatırımlara hasreden ve bu sebeple âhiret yatırımını geciktiren ve hatta ihmâl eden kimseler, hakikatte büyük bir kayıp yaşadıklarını er ya da geç öğreneceklerdir. Bu öğrenme yeri âhiret olursa, bunun adı Kur’an ifadesiyle “Husrân-ı Mübin”dir.


Adem Ergül 'ın Yazısı.