Biraz önce yolumuzu kesen zürafalar kavga ediyor, geyikler koşarak çıkıyor yeşil sulardan. Kuşlar havalanıyor. Uçağın her parçası tıngırdarken güneş alev alev yakıyor teneke kutuyu. Ah korku! Beni ele geçirip hükmetmeye çalışan fısıltı. Sus ve o sivri pençelerini çek üzerimden. Ben Afrika semalarında uçan hüthüt kuşuyum.

Antik şehirlerde gezmeyi hep sevdim. Taşlara dokunmayı, binlerce yıllık hikayeleri dinlemeyi. Çocukken rüyalarımda gezdim, kaç gece ümitsizlikle ağladım bilmiyorum ama korumasız bir barakada geyikler havuzdan su içip, maymunlar saz çatıda tepişirken bu yazıyı yazacağımı ve birkaç kilometre ötedeki üç erkek aslanı durduracak hiçbir engelin olmadığını bile bile havuza süzüleceğimi hayal edememiştim. Okavango Deltası nilüferlerle kaplıydı. Çiçeklerin kokusu ağdalı mıydı yoksa yumuşak mı tarif edemiyorum ama tanımadığım bu kokuyu uzun uzun içime çektim. Hızla ilerleyen motorun altında sazlar parçalandı. İki fil yavrusu kulaklarıyla suyu havalandırarak kaçarken anneleri bağıra bağıra kocaman vücuduyla sazları ikiye yararak hortumunu kaldırıp bizi korkutmaya çalışıyordu.

Derin yerlerde motoru durdurup su aygırlarının yüzeye çıkmasını bekledik. Kıyıya çıkan timsah ağzını açmış belki de saatlerdir kıpırdamadan avını bekliyordu. Mavi turuncu bir kuş suyun üstünde yürüdü. Ne ermişti ne de sihirbaz, nilüfer yapraklarına basarak hafif bedeniyle ilerliyordu. Sığ yerlerde sazan balıklarını görebiliyordum. Çok değil birkaç hafta sonra, sıcaklarla birlikte sular azalacak ve motorlar deltada dolaşamayacaktı.

Dokuz kulübeli ‘Kudum Lounge’un sahibi, aşçısı ve motorcular dans ederek karşıladı bizi. Çıkık kalçalarını sallarlarken yüzlerinden taşan gülümseme uzaktan bile fark ediliyordu. Odamıza kadar eşlik ettiler ve acil durumda çalmamız için -ki bu sadece vahşi bir hayvanla karşılaşmak veya hastalanmaktı- bir siren, jeneratörler kapandıktan sonra kullanmak için de bir fener vererek ayrıldılar kulübeden. Lobiye gitmek istersem o anda bir saat belirlemeliydim beni alacak görevliye yoksa gün aydınlanana kadar barakadan ayrılamaz ve hatta birkaç yüz metre ilerdeki çocuklarımın yanına bile gidemezdim.

Bir anda söndü ışıklar. Sessizlik. Sonra kurbağaları duydum. Karıncanın az irisi bu yeşil şeffaf hayvandan umulmadık bir ses yükseliyordu. Yanları açık verandaya çıktım. Camları olmayan telle kapatılmış kulübenin tersine dışarısı pırıl pırıldı, her yerde ay ışığı; suyun üstünde ışıltılı çizgiler, ağaçlarda yansımalar. Her köşeye sızan patavatsız ışık ceylanların sırtında, maymunların gözünde parladı. Ay güneş gibi renklendirmedi dünyayı. Siyah beyaz gecede sanki çevrem güvenli tellerle çevrili gibi yalnız başıma oturup tabiatı dinledim.

Sabahın ilk ışıklarıyla dışarının güvenli olduğunu söylediler. Deltayı seyrederek kahvaltımızı ettik. Aşçı başı oğlumdu. Sivrisinek kovucu ve içecek alıp araziye çıktık. İz sürücü, kaportanın üstüne onun için monte edilen koltuğa oturdu. Toprak yolda leopar izleri aradık. Bir gün önceki çukurlar silik, sabahkiler ise yanıltıcıydı. Hayvan zikzaklar çizerek ilerleyip bizi dolandırdı. Üstelik bu utangaç kediyi sık yapraklı ağaçların tepesinde bulmak zor görünüyordu. Kırık bir dalı tüylü kuyruk zannedecek kadar ümitsizdim. Pençe izlerini takip ederken bordo renkli, boncukları yıpranmış çalılara takılı bir halhal dikkatimi çekti. Elime aldım; bileğine bağlayan genç bir kız, annesinin halhalıyla oynayan küçük çocuklar ve kadının günler geçtikçe kırışan derisi düştü aklıma. Kınalı ayaklardan süzülen ter... Belki de hepsi.

Ve halhalı anılarıyla beraber iri yapraklı akasya ağacına astım. Jipimiz uzaklaşırken bir maymun zıplayarak kaptı boncukları, belki de sulu bir meyve zannedip dişledi. Kim bilir kaçıncı hayatıydı bordo taşların... Ağaçların dibinden yüzlerce karınca yuvası yükseliyordu. Kimi gövdenin etrafını sarılı kimi de öylece, dimdik otların arasından yükseliyordu. Binlerce beyaz karınca vardı içlerinde. Gece oldu mu sivrilerek yükselen tepelerden fırlayıp kemirdikleri dalları tükürerek yuvalarına sıvıyor güneş doğmadan önce de saklanıp uyuyorlardı. Gündüz ise susuyordu Afrika. Saklıyordu dişlerini. Belki de dünyanın maske takmayan tek kıtası. Şehirler, limanlar, havaalanları değiştiriyor doğayı, kayalar oyulurken dağlar tıraşlanıp binalar yükseliyor gökyüzüne. Oysa biz, beş kişilik uçağın içinde havalanabilmek için zürafaların pisti terk etmesini bekliyorduk.

Hava boşluklarında zıplayarak süzülüyoruz Botsvana semalarına. Biraz önce yolumuzu kesen zürafalar kavga ediyor, geyikler koşarak çıkıyor yeşil sulardan. Kuşlar havalanıyor. Uçağın her parçası tıngırdarken güneş alev alev yakıyor teneke kutuyu. Ah korku! Beni ele geçirip hükmetmeye çalışan fısıltı. Sus ve o sivri pençelerini çek üzerimden. Ben Afrika semalarında uçan hüthüt kuşuyum.


Hande Berra'ın Yazısı.