Dikkatli ve sürekli biri için, derslik bir ortamdır Hüdayi Sofrası. Bu sofra sayesinde Üsküdar, evsizlerin evi oluyor. “Kalpleri hassaslaşmış garipler” oluyor bu sofranın etrafında.

Yazıya koyduğum başlığın günlük ya da deneme başlığı gibi durduğunu biliyorum. Aslında, günlük, “iki günü eşit olan ziyandadır” anlayışından yola çıkılarak hayatımızın daha programlı bir şekilde tertibi ve bunun için gerekli olan muhasebe imkanını sıcağı sıcağına sunduğu için, deneme de ortalama kültürün üzerindeki kişilerin serbest zihinle kültürel sosyal deneyimlerini, gezilerini aktardıkları bir yazı türü olduğu için saygıya değer şeyler. Gerçi, bizim memlekette deneme genelde varoş işi olarak, dağınık ve yoğun duygusal bir içerikle icra ediliyor. Kitaplar, dergiler ve özellikle de internetteki deneme fırtınasından rahatsızlık duysam da, yani deneme çılgınlığının sosyal psikolojik bir rahatsızlığın ürünü olduğuna inansam da, bu yazıda hem biçim hem mahiyet olarak ben de “deneme” atmosferine gireceğim. Varoşlara, dağınıklığa, yoğunluğa ve hatta duygusallığa selam!

Aziz Mahmut Hüdayi’de yemek yemek, aynı zamanda son derece somut bir durumu ifade ediyor. Aziz Mahmut Hüdayi türbesine yolun düştüyse ve orada halka dağıtılan yemekten yediysen eğer bu somutluğa dahilsin. Öğrencilere, evsizlere, yolda kalmışlara, yoksullara, yaşlılara, misafirlere verilen bir yemek bu. Yani hemen herkese açık ve temas edebilen bir hizmet. Somutluktan kastım bu. Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri’nden bu yana, vasiyet üzerine yerine getirilen bir hizmet. Özellikle son yıllarda İslami cemaatler ve topluluklar arasındaki hizmet ve kültür farklılıklarını düşününce, bu mekanın önemi daha fazla belirginleşiyor.

Çünkü, her cemiyet kendi yöntemleriyle elde ettiği maddi imkanı büyük oranda gene “kendi insanı”na yöneltiyor. Zengin adam en yakınındaki fakiri değil, aynı hocaefendiye veya lidere inandığı fakiri arıyor. Veya, taksim edilecek yardımın kimlere gideceği zaten önceden belli ve hazır oluyor. Yardımlaşmada dahi bloklaşma ve kadrolaşma söz konusu. Üniversitedeyken burs almak için çeşitli gruplara yakınlaşan kişilere şahit olurduk ve iğreti gelirdi bu. Aslında ortada gayet doğal bir şekilde kurulması gereken bir yardımlaşma ilişkisi var; fakat ne oluyor, yoksul durumdaki öğrenci vaziyeti kurtarabilmek için, ilk anda içinden gelmeyerek de olsa bir şeylere inanmış gözükerek, bir cemaate derneğe veya partiye yaklaşıyor. Yaklaşmak hatta dahil olmak zorunda hissediyor kendini. Çünkü öyle ya, herkes kendi gibi inanan düşünen veya oy veren fakire yönelmiş. Türkiye’deki cemaatleri ve inanç kültürlerini düşününce, tüylerimin ürperdiği bir durumdur bu: İnfakta dahi, yardımlaşmada dahi, yere düşenlere elini uzatırken bile, kendi adamını aramak! İsimsizleri, sahipsizleri, partisizleri, cemaatsizleri, garibanları görmemek. Yahut sadece kendinden olanını görmek. Tabii bütün kesimler ve bütün insanları bu anlayışa hapsedemeyiz; ama görmezden de gelinmemesi gereken bir durum.

Başlangıç noktamıza dönelim. Aziz Mahmut Hüdayi sofrası diye bir sofra var. Sadece ramazan ayında açılan bir sofra değil bu, yüzyıllardan beri bütün aylara ve uzun zamanlı yoksullara açık olan bu sofrada, her kesimin her fakirine ve özelikle de partisiz cemaatsiz isimsiz garibanlara açık bir kapı var. Hüdayi türbesinin yanındaki bu sofrada, yemekhanede öğrenciler ve misafirlerin yanı sıra, bütün garibanları ve yaşam biçimlerini birleştiren bir atmosfer bir ruh var. “Yaralı ve yorgun bir vücudu andıran dünya”*nın yaralı ve yorgun insanları. Bu insanlar o kapıda günde iki öğün yemek yiyor. Hiçbir düşünceye vazifeye borca zorlanmadan. Ne iseler o olarak. Bir gün komünistin biri yemeği beklerken, “buraya geliyorum, çünkü sadece bu kapıya gelebiliyorum” demişti. “Çünkü sadece burada benden bir şey istemiyorlar. Ve bu bana müslümanca geliyor.” Evet, bu müslümanca bir şey. Zaten Kur’an’da da teşekkür bile beklemeden yapılan infaktan söz edilir. İki öğün yemek yiyor insanlar dedik; ama belli ki sadece yemek yemiyor.  İnsanına göre de değişiyor tabii. Gün aşırı hır gür çıkaran, serseri tipler de serseriliğini sürdürebiliyor yemek sırasında. Adam 7 yıl hapis yatmış çıkmış, sokakta yaşıyor ve bütün dünyanın onun aleyhinde olduğunu, adaletin zerresinin piyasada işlemediğini, dünyanın zenginler ve güçlüler için dünya olduğunu düşünüyor.

Bu öfkesiyle herkese karşı agresif davranıyor ve herkesten agresif bir karşılık alıyor. Ama sonuçta açık olan bir kapı bulmuş ve içeri girmiş, yemek yiyor karnını doyuruyor. “Merhamet ve müsamaha kapısıdır; kimseye kapanmaz” denilen kapıdan girmiş. “Günahkarın günahına değil, Allah’ın onlara bahşettiği insanlık cevherine bak!” diyen anlayışın sofrasına oturmuş. Sonra, bir başkası, doğuda iş bulamayınca memleketinden çıkıp gelmiş İstanbul’a, inşaatlarda çalışıyor yatıyor kalkıyor. Ve Hüdayi sofrasında yemek yediği için, artırdığı her yemek parası sayesinde memleketindeki çoluk çocuğunun yeme içme parasını karşılıyor ucu ucuna. Demek ki sadece yemek yenmiyor Hüdayi sofrasında ve sadece sofradakiler yemiyor. “Sadece maddi ziyafet yoktur, manevi ziyafet de her zaman mevcuttur. Bunların bedenleri gibi ruhları da aç”. İşte, aç bedenlerimiz ve ruhlarımızla oturduğumuz bu sofradan, herkes kendi nasibiyle kalkıyor.  Özellikle evsizler faydalanıyor bu hizmetten. Evsizler, Hüdayi Sofrası sayesinde, bir kısmıyla gündüz ve geceleri uzunca sohbet ettiğim insan türü benim için. Zihinsel gerilimleri yüksektir. Düşünceleri çabuk gerilir. Hemen sinirlenirler. Kimi günaşırı en yakın arkadaşlarının bile ihanetine maruz kalır. Bir kısmı tembellik ve cesaretsizlik nedeniyle sokaktayken, bir kısmının esaslı katı hikayeleri vardır. Yemekhaneye girildiğinde öğrencilerin değil diğer insanların masasına oturulunca, ilginç manzaralarla karşılaşılabilen, garip adamlarla tanışabilen bir yerdir Hüdayi Sofrası. Hayatın en dibine batmışından 3 üniversite bitirip 2 dil bilen ve sokakta yaşayan mühendisine, mezarlıklarda yatan evsizlerden göbeği masa kadar olmuş camia çocuklarına kadar türlü türlü insanlar göreceksindir.

Bu kişilerin önündeki yemeği ve salata gibi masadaki ortak yemeği yeme biçiminde dahi, kişiliklerini insanlık derecelerini ve geçmişlerini yansıtan hareketler görülebilir. Dikkatli ve sürekli biri için, derslik bir ortamdır Hüdayi Sofrası. Bu sofra sayesinde Üsküdar, evsizlerin evi oluyor. “Kalpleri hassaslaşmış garipler” oluyor bu sofranın etrafında. Yoksulluğu, açlığı nedeniyle çalmak çırpmak veya isyan etmek yerine, maruz kaldığı bazı adaletsizlikleri anlattıktan sonra, “Allah var! Benim Allah’ımdan başka kimsem yok! Ama Allah var!” diyerek susuyor biri. Sadece Allah’ın var olduğunu bilmek bile, kimisi için çok büyük bir idrak. Orada o insanla Allah arasında ayrı bir yoğunluk, yakınlık var. “Cenab-ı Hak, kalbi kırıkların yanındadır” denmiş. Bu yoğunluğun zıttında, yani şeytanın tarafında ise, şöhret, şehvet ve servetin baştan çıkarıcılığına maruz kalan zalim insan var. Ortada ise, “Birbirinize merhamet etmediğiniz sürece cennete giremezsiniz” inancıyla açılıp kapanan Hüdayi kapısı.

Hüdayi Sofrası ve insanlarıyla ilgili düşüncelerimin duygularımın bir kısmını aktarabildim ve son söz olarak diyorum ki:  Yaralı ve yorgun bir vücudu andıran şu dünyada, halkın gırtlağından geçip midesine inen, halkın şükrü ve teşekkürüyle karşılık bulan, maddi ve manevi bir ziyafetle donanmış bu sofrayı, kurandan, ayakta tutandan ve herkese açandan Allah razı olsun! Onlara mutluluk olarak şu hadis-i şerif yeter herhalde: “Muhtacın duasını alabilmek en büyük ahiret saadetidir.”

*Bu ve bundan sonraki tüm tırnak içi ifadeler, “Hüdâyî’nin Ziyâfet Sofrası’ndan” (Osman Nûri Topbaş, Erkam Yayınları) adlı kitaptan alınmıştır. 

Hüdâyî’nin Ziyâfet Sofrası’ndan

Süleyman Ragıp Yazıcılar’ın paylaştığı günlüklerden birinde ismini gördüm bu kitabın ve kendisine hediye ettirmiştim. Süleyman Ragıp, günlüğünde çok sevdiğini söyleyerek  “keşke filmi çekilse” diyerek bahsediyordu “tasavvufi roman” denebilecek bu kitaptan. Keşkeye bir keşke de benden... İki ayyaşın bir gün Hüdayi Dergahı’nın kapısından içeri girişleriyle başlıyor kitap. Kapı görevlisinin bu kişileri aşağılayarak uzaklaştırmak istemesine rağmen, dergahtaki Yunus Dede isimli zatın bu iki ayyaşı merhamet kapısından içeri alarak Hüdayi’nin hidayet sofrasına davet edişini okuyoruz. Kitap boyunca bu kişilerin hayat hikayelerini ve Yunus Dede’nin bu kişilere yaptığı büyüklüğü, kollayıcılığı, bilgeliği görüyoruz. Yunus Dede’nin himmeti sayesinde, iki ayyaş olarak Hüdayi kapısından giren bu kişiler oranın hizmetkarı oluyorlar. Ve kendi yaşadıkları hidayet sürecini başkalarının da yaşamasına vesile oluyorlar. Bu vesile sürecinde, günümüz gençliğin yaşadığı sıkıntıları, bunalımları, çelişkileri ve dertlerin devasını anlatıyor Yunus Dede. Hüdayi’nin Ziyafet Sofrası’nda maddi ve manevi bir ziyafete davet ediliyor okur. Aç olan buyursun…


Ali Düz'ın Yazısı.