Kırk yıla yakındır namaz kılarım. İş veya aile çevresinde namaza ve ibadete çok farklı yaklaşımı olan yakınlarım var. Onlar yüzlerce kez benim namazıma şahit oldular. Ama benim namazım, onların hiçbirini seccadeye davet etmedi. Bu durum namazın bir eksikliğinden değil, benim kalbi kıvamımdan kaynaklanıyordu. Namaza durunca dış dünya ile alakasını kesen ve yüzüne yansıyan haşyetullah duygusu, çevresindeki diğer insanlar için ayrı bir tebliğ oluyormuş. Ama bizde yok ki…

Afrika, namazı içmiş bir toplummuş meğer... Namaz denince hayatın durduğu coğrafya burası... Özellikle Cuma günü çok kolay anlarsınız, namazı ve cemaati… Bembeyaz elbiseleri, omuzunda seccadesi, vakur adımlarla ilerleyen kadın-erkek her Müslüman, sizi de davet eder secdeye… Bırakınız vakit namazlarını kazaya bırakmayı, vaktin girişinden sonra kılmayı bile garipseyen, suç sayan Müslümanların diyarı... Onlar namazı böylesine hayatın içinde yaşayınca, Allah da başka tecellileri beraberinde veriyor.

Geçen hafta iki genç arkadaşla tanıştık. Bunlardan birisi adını Sait olarak değiştirmişti. Tahmin edersiniz ki adıyla beraber gönlü de İslam’a taraf değişti. Küçük bir işyerinde şoför yardımcısı olarak çalışıyormuş. Abisi Protestan bir Hristiyan… Onun İslam’la yakınlaşmasından hiç memnun değil. Bu durum, önümüzdeki dönemde Sait için yeni zorlukları getirecek. Aynı iş yerinde çalışan iki kardeş… Ve yeni bir din… Zannettiğimizden daha zor.

Merak edip niçin Müslüman olmayı tercih ettiğini sorduk. Bir dizi zorlukla karşılaşacağını bilerek böylesine radikal karar almak, çok da kolay değil. İçine ateşi atan sebebi de tanımak gerek. Cevap gerçekten bizi kalbimizden vuracak cinstendi:

“Aynı işyerinde çalışan Müslüman arkadaşlarım var. Onların namazlarını görüyorum. Namaz vakti gelince onlar için hayat kesilir. Abdestlerini alarak namaza dururlar. Uzunca secdede kalırlar. Alınlarını yere koymak, onları sanki daha da yüceltiyor. Arkadaşlarım, namazda sadece bedenen yatıp kalkmıyorlar. Onların namazdan aldığı lezzeti ben başka hiçbir şeyden alamadım sanki… Bir gün onlarla beraber namaza durdum. Aynı şeyleri yaptım. Çok büyük mutluluk hissettim. Onların yaptığı bu işe değdiğini anladım.

Ben bir Hristiyan olarak namazda huzuru ve mutluluğu bulmuştum. Bana namazda ne bulduklarını anlatmadılar. Anlatsalar da anlayamazdım herhalde… Ama onu tadarak kavradım. Benden on gün kadar önce Müslüman olan arkadaşım Hasan’a anlattım. Hasan da bu dini ve içindeki lezzetleri yeni tadan birisi. Çok şey öğrenmemiş daha… Kaçak kaçak arada kılınan namazla bunun devam edemeyeceğini, önce kelime-i şehadet getirip Müslüman olmam gerektiğini söyledi. Ben de Hasan’dan bu konuda rehber olmasını istedim. Buraya gelirken aynı evde beraber kaldığımız ve üniversite öğrencisi arkadaşımı da alarak geldim.”

Kırk yıla yakındır namaz kılarım. İş veya aile çevresinde namaza ve ibadete çok farklı yaklaşımı olan yakınlarım var. Onlar yüzlerce kez benim namazıma şahit oldular. Ama benim namazım, onların hiçbirini seccadeye davet etmedi. Bu durum namazın bir eksikliğinden değil, benim kalbi kıvamımdan kaynaklanıyordu. Namaza durunca dış dünya ile alakasını kesen ve yüzüne yansıyan haşyetullah duygusu, çevresindeki diğer insanlar için ayrı bir tebliğ oluyormuş. Ama bizde yok ki…

Kavurucu yaz sıcağında, kum veya beton zemin üzerine secdeye varıp alnı sıcaktan yananları bilirim. Hem de bizimki gibi sadece üç defa tesbihatla değil, onlarca tesbihatla uzamış ve tadına varılmış bir secde ile kılınan namazları bilirim. Bizim gibi bütün şehirde dalga-dalga yayılamasa da ezan-ı muhammedi, onları buldukları ilk münasip mekânda safa dizmeye yetiyor.

Namazın, hayatı nasıl da durdurduğuna şahit oldum. Namaz kılabilmek için kocaman mescitleri aramanın beyhude bulunduğu, kenarı bir briket veya taşla çevrilmiş alanların secdeye mahal kılındığı güzel alanlar… Yetiyormuş meğer...

Dünya nimetlerinin kendilerinden uzak oluşuna yanıp tutuşmayan, yarın kaygısından uzak, tevekkül ehli bir toplum böylesi güzel secdelerin ürünü olsa gerek. 


Haşim Akın'ın Yazısı.