Ömer Faruk Özbil

Geçen yüzyılda meydana gelen savaşlar, devrimler ve gelişmelerden sonra dünya ve özellikle Avrupa tarafından arka plana atılan din, son zamanlarda daha fazla gündeme gelmeye başladı. Dünyada yükselişe geçen İslamofobi, Avrupa gençliği arasında ciddi artış gösteren ateizm ve dünya toplumlarının din ile ilişkilerini gözden geçirdiği son zamanlarda, bu konular üzerine kapsamlı sosyolojik bir tahlil olan Simurgun Kanatları kitabının yazarı Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Ergün Yıldırım ile sosyal hayat ve din üzerine konuştuk.

Son zamanlarda mevcut gelişmelerin etkisiyle din daha fazla gündemimize gelir oldu. Filmlerde, romanlarda, kültür olarak dünya din ile daha fazla ilgilenmeye başladı. Bu kitap bu gelişmeler üzerine bir ihtiyaç olarak mı ortaya çıktı, ne üzerine hasıl oldu?

Dünyada ve Türkiye’de din yeniden ciddi anlamda gündeme geliyor. Bunun birçok nedeni var. Bir tanesi dini tamamen çevrimdışı bırakmak isteyen sert sekülerlik anlayışının önemini kaybetmesidir. Dünya, özellikle postmodern dönemle birlikte insanların tarihsel mirasıyla yeniden yüzleşme ve barışma sürecini yaşıyor. Diğer önemli bir boyut da dünyanın birçok bölgesinde ve yoğun olarak İslam dünyasında çeşitli hareketler, dini liderler ortaya çıktı ve bunlar birtakım meseleleri tartışıyorlar. Maalesef bu tartışmalar ve hareketler şiddete de yöneliyorlar. Örneğin: İŞİD, El Kaide gibi yapılar şiddet eylemlerinde bulunurken dini referans olarak kullanıp Kur’an’dan bahsediyorlar, bu da dünyanın ilgisini çekiyor ve dini gündeme getiriyor. Bu yüzden ben de bu konuları ele alarak bir kitap yazma ihtiyacı duydum. Kitapta, öncelikle bu meseleleri anlamak, bilimsel anlamda kavramsallaştırmak isteyen; “Sosyolojiyle beraber dünya, din açısından nereye gidiyor?” bunun cevabını bulmak isteyen insanlara bir rehber olsun istedim. Kitaptaki konuları önce öğrencilerime ders olarak verdim ve tartıştım. Onların da çok ilgisini çektiğini görünce kitap haline getirme ihtiyacı hasıl oldu.

Buradan yola çıkarak dinin toplumdaki ihya ve inşası ile alakalı neler söyleyebiliriz?

Şimdi bir defa modernitenin dinden arınmış bir toplum inşa etme tezi çürüdü. Klasik sosyologların “Din gittikçe toplumdan uzaklaşacak ve toplum tamamıyla seküler bir biçimde kurulacak” teorileri iflas etti. Bu hiç beklenmedik bir biçimde insanların yeniden gündemine girmeye başladı. Çünkü varoluşsal olarak insanların ruhsal bir dünyası, mistik bir dünyası vardır. İnsanoğlu kadim medeniyetlerde dinden yola çıkarak bu ruh dünyasına dokunmuştur. O yüzden yeniden insanlar kendi ruhsal ihtiyaçlarını karşılamak, varoluşsal dünyada varoluşlarını sürdürmek, orada zenginleşmek için dine yöneldiler ve dine ihtiyaç duydular. En gelişmiş toplumlarda ya da materyalizm, sekülerizm açısından en üst düzeye varmış Avrupa toplumuna baktığımız zaman, orada refah düzeyi yüksek ama öte yandan intiharlar da çok. Ateizm yaygınlaşıyor, aileler gittikçe parçalanıyor, boşanmalar artıyor, çocuklar kendi başına kalıyorlar. Sonuçta ruhaniyet, inanç, din olmadan toplumun varlığını sürdürmesine imkan yok. Bu nedenle biz, Türkiye’de dinin toplumdan uzak tutulmak istendiği bir tarihsel dönemden geçtik. Şimdi yeniden hem devlet hem toplum, dinle daha özgür bir biçimde beraber olmaya başladık. 

Kitabınızda ”Din kaoslara karşı durarak meşrutiyet sağlar” ifadesine yer vermişsiniz. Bugünlerde din en çok ne ile savaş veriyor?

”Din neye karşıt?” bu soru önemli. Mesela Fransız laikliğiyle dine baktığımız zaman din profan alana, kutsal olmayana karşıt olarak tanımlanır. Durkheim’ın çalışmalarında bunu görüyoruz. Oysa bu yaklaşım doğru değildir. Çünkü dinin karşı çıktığı şey kaostur, çeşitli tehditlerdir. İnsan hayatını ve toplumu bozmaya yönelen, toplumu ifsat eden şeylere karşıdır. Nitekim Berger kendi teorisini bu çerçevede ortaya koyuyor ve temelde insanı kaosa sürükleyen şeyler var diyor. Mesela ölüm. Ölüm sadece kişi ile alakalı değil bir sosyal fenomendir. Bir insan öldüğü zaman onun çocukları, ailesi, çevresini ilgilendirir ve o nedenle orada birtakım sarsıntılara yol açar. Din büyük kaoslara karşı bizi yeniden kuran, yeniden anlamlandıran, yeniden hayatta/ayakta kalmamızı sağlayan en temel düşüncedir. Dinin dışında bizi bu sarsıntılara karşı koruyacak başka alternatif bir kudret yok açıkçası. Günümüze geldiğimizde ise en büyük kaosların başında terörizm geliyor. Müslümanların beraberliği diyoruz. İslam’ın doğru anlaşılması diyoruz, Allah fitneden uzaktır diyoruz değil mi? İşte İslam’ın belirlediği bu ölçülerle beraber biz bunlara karşı yeniden kendimizi birlik ve beraberlik içinde algılıyoruz. İslam, mezheplerin üstünde olan, tüm etnik yapıları kucaklayan ve onları kapsayan bir ruhani kudret. Böylece hem etnik temelli terörizm hem de mezhepçilik temelli terörist faaliyetleri aşmaya çalışıyoruz. İnsanlar pozitif olana yönelirlerse bu kaoslardan uzaklaşırlar, yaşadıkları bu acılarla başa çıkmayı daha kolay biçimde gerçekleştirirler. 

Peki kapitalizmin hakim olduğu günümüz dünyasında kapitalizmin merkezi olan Avrupa’da ateistlik ciddi bir yükselişte. Kapitalizm için dini sosyal hayattan uzaklaştıran bir karşı harekettir diyebilir miyiz?

Kapitalizmin Hristiyanlıkla kurduğu ilişki ile İslam’la kuracağı ilişki aynı olmayacak. Hristiyanlıkla kurduğu ilişkiyle özüne müdahale ederek kendini gösterdi. Ama İslam’ın özüne müdahale ederek İslam’ı değiştirme girişimleri pek tutmayacak bir şey. Örneğin Noel Baba Hristiyanlar için önemli bir figürdür ve toplumsal karşılığı vardır. Ama kapitalizm Noel Babayı bir maskaraya çevirmiştir. Bunu bize yapamazlar. Bununla beraber sekülerizm, ateizm, nihilist toplum, tüketici bir kültürün yaygınlaşması gibi durumlarla karşılaşıyoruz. Sosyoloji dünyamızda bunların çeşitli yansımaları var; mesela bugün Müslümanlar çok daha fazla tüketici. Bir ev, bir yazlık yetmiyor. Dolayısıyla kapitalizm hepimizi daha fazla tüketime davet ediyor. Bir Müslüman gelecek konusunda kadere iman etmiştir ve Allah’a teslim olmuştur. Geleceğini sigorta şirketleri üzerinden teminat altına alacağına inanmaz. Sigortası olur ama buna izafi olarak inanması gerekir. Hasılı eleştirisel durumumuzu koruyacağız, düşünmeye ve direnişe devam edeceğiz. Ama sadece direniş değil üretim ve kendimizi temsil etme mücadelesi de vereceğiz. Çözüm budur.

Kitabınızda da değiniyorsunuz... İslamofobi aslında nedir ve neyi amaçlıyor?

İslamofobi İslam korkusu demek. Bunun hem günümüzdeki modern ilişkilerle ilgili olan hem de tarihsel olan bir yönü var. Tarihsel yönü, İslam Avrupa’nın içlerine doğru genişleyen bir dindir ve biz Viyana kapılarına dayandığımızda Viyana’da bir asır boyunca mücadele etmişiz. Dolayısıyla Avrupa’nın toplumsal ve tarihsel bilinçaltında İslam korkusu var. Bugün karşılaştığımız fenomen ise Müslümanların ve Türklerin Avrupa’ya göç etmesiyle birlikte ortaya çıkan durumla ilgili. Müslümanlar ya da Türkler, Araplar vs. Avrupa’ya göç ettiğinde, ”bunlar geri kalan toplumlardan gelen işçiler. Dolayısıyla bizim emrimizde çalışacaklar veya tamamıyla asimile olup bize uyacaklar” gibi bir anlayış içinde oldu Avrupalılar. O nedenle bunlar uzun süre merdiven altı toplum olarak hayatlarını sürdürdüler, ben öyle kavramlaştırıyorum. Ama gidenlerden dördüncü nesil merdiven altı toplum olarak yaşamayı kabul etmedi. Tüccar, doktor, avukat, akademisyen, siyasetçi oldu. Bunun sonucunda duvarlarını yumruklamaya başladılar. Merdiven üstüne çıkmak görünür olmak, kamusal hayata katılmak demektir. O nedenle daha fazla camiler yapıldı, helal gıda yapan firmalar açıldı. Başörtülü doktorlar ve akademisyenler yetişti. Bütün bunlar Avrupa’da sarsıntıya yol açtı. Onların Müslümanlar için biçtiği rol Müslümanlar için çizdiği sınırlar sarsıldı, kabul görmedi. Dolayısıyla kendilerince buna karşı çıkmak için önlemler almaya başladılar. Hristiyanları da Avrupa’yı da tehdit edeceğini düşündüler. Oysa bu bir tehdit değil aslında. Oradaki Müslümanların Müslüman olarak büyük toplumda yaşama talepleridir. 

Avrupalıların bu tutumuna İslamofobi dendi ve buradan hareket edilerek Müslümanların geniş toplumda var olma talepleri bastırılmaya çalışıldı. 

Kitabınızdaki “Bağımlılık köleleştirir, bedevilik özgürleştirir” ifadesinden yola çıkarsak, şimdilerde bizi zincirsiz köleler haline çevrilen insanlar zevk ve lüks bağımlısı yapılarak özgürlük ve mukavemet azaltılmaya çalışılıyor ve 15 Temmuz’da gösterilen halk direnişi için zincirleri kırmak diyebilir miyiz?

İnsanların köleleşmesi deyince zihnimizde hep Ortaçağ’da yaşanmış, ayaklarında zincirler olan siyah tenliler ve beyaz adamlar da kırbaçlarla onları dövüyor şeklinde bir imaj var. Ama bu kölelik değil, kölelik ruha dayanır. Bu ruh, bağımlılığı içinde taşıyan bir ruhtur. Eğer alkole, hazza bağımlı olmuşsa; eğer lükse, şatafata bağımlı olmuşsa bir diktatöre bağımlı olmuşsa, insanlar köleleşir.

Türkiye’de on yılda bir darbe yapıldı. Bu darbeler ülkemizi politik anlamda köleleştirme girişimleridir. 15 Temmuz da bu köleleştirme girişimlerine karşı ortaya çıkan büyük bir direniştir, büyük bir meydan okumadır. Türkiye’de artık bu millet şu mesajı veriyor ”bize dayatılan köleleşme zincirlerini kırıyoruz, bunu özgür irademizle yapıyoruz ve siyasete katılıyoruz.” Bu açıdan büyük bir siyasal özgürleşme oldu ülkemizde. Milli iradenin kendisini capcanlı bir biçimde ortaya koyduğunu gösteriyor bu durum. Türkiye’nin bu köleleştirme sistematiğinin tamamıyla sona ermesini anlatıyor. Bizim için milattır 15 Temmuz; yeni bir başlangıcı anlatıyor. Milletimize de hayırlı olur inşallah.


GENÇ'ın Yazısı.