Ben üstünden atlılar geçmiş bir ot demeti gibi yeniden belimi doğrultmaya çalışıp hazretin çilehanesine vardığımda, geçmiş ve bugün mengenenin iki ucu gibi beynimi sıkıştırıp eziyordu. Sadece bir seccade sığacak kadar dar olan ve adına halvethane de denilen bu küçücük yere sığan o ulvi gönül adamını, şehir meydanlarına, geniş caddelere sığmayan, kendi süfli halim ile mukayese etmeye çalışıyordum ki bir ses duydum. “bu çilehane de süper bir şey ha”

Kendi kabuğunun içinde, halinden memnun, kaplumbağa tabiatlı biri olarak yolculuk etmeyi, hatta sırf yollarda geçirilmek üzere kurgulanmış seyahatleri ğek de cazip bulmam. Beni celb edecek tek şey, menzilde neyin beklediğidir her zaman. Bu bir türbe, bir tarihi eser, ya da uzun zamandır görmediğim bir akrabam ise ancak o zaman yolculuk benim için ehemmiyet kazanır.

Lakin kısa ömürlü bir hafızaya sahip olduğum için; “hık” refleksiyle kursağındaki besini ağzına getiren kuşlar gibi, anlık bir refleksle gezdiğim yerleri hatırlayıp aktaramam. Bunu yapabilmem için; ya eski bir fotoğraf karesinde yeniden nefes almam, ya tanıdık birkaç kelimenin bir söyleşide karşıma çıkması, ya da unutulmuş bir kokunun bir anda ortaya çıkıp burnumun direğine saplanması gerekir. Ama dostlar aceleci olup “yediğin içtiğin senin olsun, gördüğünü anlat” diye tutturunca zamanın o dar koridorlarına attığınız çiziklerden bir anda yeni bir alfabe oluşturamaz, kekeler durursunuz. Bu yüzden peçetelere yazılmış bir iki satır yazı, cep telefonuna kaydedilmiş ufak tefek nüanslar bir ahir zaman seyyahının en büyük kurtarıcısıdır.

Sayın okuyucu yukarıdaki kıvranmadan da anlayacağın üzere yazar bu yazıyı bir seyahat yazısına bağlamaya çalışmakta ve fakat girizgâh kısmında biten Çin ordusu kalabalığındaki kelimelerden sadede ulaşacak bir yol bulamamaktadır. Mademki öyledir yazar da çaresiz “lank” diye konuya girecektir.

Geçtiğimiz günlerde Malatya’nın Darende ilçesine bir seyahatim oldu. Maksat Somuncu Baba türbesini ziyaret edip, hazrete dilimiz döndüğünce fatihalar yollamak, sarp dağların ve kanyonların arasında bir inci parlaklığı ile göz kırpan bu mekânın letaif yansımalarını ruhumuzda hissetmekti.

Nitekim seher vaktinde koyulduk yola. Yol arkadaşlarımızla, karpuz sergisi metaforundan mülhem arka koltukta -omuzlarımız aşınsa da- her birimiz sakin bir web sayfası tarzında görünüyorduk. Ancak benim sayfamın kaynağı görüntülenseydi iç dünyamın panayır yeri karmaşıklığında ve ancak “plastik leğen-mandal” kıymetinde görüneceğinden emindim. O yolculuk boyunca dünyada anlamadığım şeyler listesine iki şey daha ekledim. İlki arabaların neden ön camlarında olduğu gibi yan camlarına da güneşlik zerzevatı takılmadığıydı, ikincisi ise neden maddenin halinin hala katı, sıvı, gaz diye ayrıldığıydı. Çünkü ben maddenin katı sıvı gaz halinden başka bir de ruh hali olduğunu düşünenlerdenim. Ve bu durumu kutsal mekânlarda daha ziyadesiyle hissederim.

Somuncu Baba türbesine yakın bir yere arabamızı bırakıp, türbenin yolunu tutunca; ekin iti gibi burnu havada dolaşmamın tek sebebi acaba somun ekmek kokusunu hissedebilir miyim diyeydi. Ta ki bu halim; arkadaşlarımın “türbeye gidiyoruz Ayşegülcüm, fırına değil” uyarısına kadar sürdü. Öyle ya o somunlar o dönem pişmiş, dağıtılmış, kokusunu da zaman enfiye gibi çoktan içine çekmişti.

***

Başımı önüme eğip, ellerimi bağlayıp, edep yahu diyerek bir yandan iç dünyama hükmetmeye çalışırken, diğer yandan da Yıldırım Beyazıt zamanında yaşamış Hacı Bayram Veli hazretlerinin de hocası olan bu zat-ı muhteremin “fenafillâh” a nasıl ulaştığını düşünüyordum… Zatın Bursa da iki göz fırında aşk ile somunlar pişirip dağıtışını ve ulu caminin açılışında verdiği unutulmaz hutbesini tahayyül için gözlerimi kapatıp tam bir yolculuğa çıkmak üzereydim ki; bir gürültü kümesinin üzerime doğru geldiğini hissettim. Sanki birisi “önce kadınlar ve çocuklar” diye bağırmış gibi her taraf kadın ve çocuk dolmuştu. Hazretin sandukasının etrafını acil çıkış kapısı gibi dolduran bu gurup, beni de türbenin duvar kısmına bir anda yapıştırıvermişti. Ben yüzümde yarım kalmış mistik bir gerilimin derin ve karmaşık izlerini toparlamaya çalışırken, ahali çoktan ellerini açmış, iki saniye içinde “klasik türbede duruş” formatına girmişti. Sakın ha bu sahneyi öyle ney eşliğinde ilahiler dillendiren bir fon müziği ile bütünleştirip, iç gerilimin dışa yansıdığı bir esirme haliyle son bulduğunu sanmayın. Bu asil duruş sadece iki üç saniye sürdü ve daha sonra yağlı göbeklerini kısa badilerle örtmeye, kâküllerini de ince bir tülle zapt etmeye çalışan altı kaval üstü şişhane bayanlar ve yeşil halı da taze çim görmüş tekeler gibi zıplaşan çocuklar aynı gürültü haliyle mekânı terk eylediler. Ben üstünden atlılar geçmiş bir ot demeti gibi yeniden belimi doğrultmaya çalışıp hazretin çilehanesine vardığımda, geçmiş ve bugün mengenenin iki ucu gibi beynimi sıkıştırıp eziyordu. Sadece bir seccade sığacak kadar dar olan ve adına halvethane de denilen bu küçücük yere sığan o ulvi gönül adamını, şehir meydanlarına, geniş caddelere sığmayan, kendi süfli halim ile mukayese etmeye çalışıyordum ki bir ses duydum. “bu çilehane de süper bir şey ha”

Tasavvufun nirvanasına ulaşmış(!) bir genç bayan elinde kamera ile çilehaneden çıkarken bunları söylüyordu ve dışarıda onu bekleyen arkadaşları da söyleşiyi devam ettiriyordu. “hop niye ayakkabıyla girdin kızım” “başına eşarp alsaydın ya” “bak çarpılacan şimdi” ve kızdan gelen o manidar cevap “bizi zaten ösym çarpmış, bu hoca çarparsa belki düzeliriz”

Bu muhabbete çatık kaşlarla “öhöm öhöm”, “şişşt”, “tövbe tövbe” gibi efektlerle dahil olmayı düşünürken bir anda ağzımdan şu sözler döküldü “rabbim bize hazreti piri destegîr kıl”. Bir anda bakıştık. Ayrıldığımızda muhtemelen onlar benim ne dediğimi düşünüyorlardı. Ben de genç kızın “bizi zaten ösym çarpmış, bu hoca çarparsa belki düzeliriz” sözünün ironi mi gerçek mi olduğunu düşünüyordum. Evet, ironiydi, yo yo gerçekti, yok hayır hayır ironiydi, yok ya resmen gerçekti…

Ve ardından gelen içsel hesaplaşma:

Ey yazar! Halvethane diyorsun ama orada halvet olamamışsın, çile demişsin ama insanların çilesini göğüsleyecek gibi durmuyorsun. Somun diyorsun, somun verirdi diyorsun sen tebessüm bile veremiyorsun. Yani somuncu baba kabirden elini uzatıp bir somun da sana verseydi ne mutlu olurdun değil mi? gaipten sesler duysan şad olurdun? Hâlbuki o kelam daima kulaklarındadır. “Allah her gün sana buğday veriyor ya, yapsana bir somun!”


Ayşegül Genç'ın Yazısı.