Taha Kılınç

Türkiye Müslümanlarının bilinçlenmesinde, İslam`ın ve Müslümanların düşmanlarının büyük payı var. Normalde insanlar, yapıp ettikleri üzerinde çok fazla düşünmedikleri için, saldırılar, bilinçleri kör olmaktan kurtarıyor çoğu zaman. Mesela başörtüsüne savaş açarak büyük bir strateji hatası yapıyorlar aslında. Hem konunun sürekli gündemde kalmasına neden oluyorlar, hem de insanların "Yahu bu nasıl bir `bez parçası` ki, bütün dünyayı meşgul ediyor?" diye durup düşünmelerine yol açıyorlar.

İsmi lazım değil, yazdıklarıyla her daim gündem oluşturan bir yazarın "Türbanın dili vardır" başlığını atmayı uygun gördüğü yazısından şu satırlarını okuyalım beraberce:

"Türbanlı eş" bir kimliktir. Şeriat hükümleri içinden bir tek türban emrini beğenip uyguladığını, öbür şeriat hükümlerini beğenmediğini herhalde söyleyemezsiniz. Belli etse de, etmese de.. Şeriatçıdır.

Ruhunda kıyametler kopmaktadır ve ilk fırsatta şeriatın uygulanmayan hükümlerini uygulamayı um ar. Medeniyeti fazla sevmez. Pantolonunun altında uzun paçalı don vardır. Geceleri külah takar.

Bunlar bizleri hiç de ilgilendirmese bile, turizme için için kızar, biyoloji derslerindeki "evrim teorisini" uygun bulmaz. Çocuklara kadının erkeğin alt kaburga kemiğinden yaratıldığının öğretilmesini ister."

Görüldüğü üzere, tanımlar arkası arkasına geliyor. Türban, laiklik, medeniyet derken tanımlamalar paçalı don giymeye ve külaha uzanıyor. Artık, paçalı don giymek de, irtica alameti sayılacak bu anlayışa göre.

Türkiye`de bir kesim, Müslümanları, hala `paçalı don` metaforuyla anlamaya ve tanımlamaya çalışıyor. İmam- Hatiplere, Kur`an Kurslarına, İslami öğrenime, ibadetlere, başörtüsüne hep aynı gözlükle bakıldığı için, problemler düğümlendikçe düğümleniyor. Hayır, "Onlar inatlarından yapıyorlar, ideolojik hareket ediyorlar" demeyeceğim. Yazılanların yaşananlardan kopukluğu, böylesi tespitleri fuzuli hale getiriyor. Veya "Bizi böyle genellemelerle karalamayın. Aramızda çok modemler de var" söylemine sarılmayacağım. Çünkü böyle yaparsam, kendimi aklama adına, suçsuz insanların karalanmasına hizmet etmiş olurum. Ya da "Birbirimizi iyi tanıyamadığımız için oluyor bütün bunlar. Diyalog kursak, bütün yanlış anlamalar giderilebilir" diyerek, haklıyken, haksız duruma düşmeyeceğim. Zira karşımızda, tanımaktan çok tanımlamaya, konuşmaktan çok karalamaya programlanmış bir zihin var.

Birileri konuşacak, birileri saldıracak, birileri suçlayacak. Bunu biliyorum. Bazı şeyleri aşmak, hiçbir zaman imkan dahilinde olmayacak. Farkındayım.

Zaten ben "Neden böyle oluyor? Nerede yanlış yapıyoruz?" derdinde değilim. Yalnız, yukarıdaki düşünceleri ve benzerlerini okuyunca, hep şu soruyu soruyorum: "Sahiden dışarıdan böyle mi görünüyoruz?"

Yani, ayakların altına serilen dünya nimetlerinin kaydırdığı `Müslüman` hayatları göremiyorlar mı?

İktidarın büyüsüne kendisini kaptıran birçok insanın, eskiden ak dediği bir sürü şeye şimdi kara dediğini bilmiyorlar mı?

`İslamcıların, tatillerini artık nerelerde geçirdiklerine dikkat etmiyorlar mı?

Zaman içinde gelen bolluk ve rahatlamaların, iddia sahiplerini, bütün iddialarından vazgeçirip, kalın halatlarla dünyaya bağladığını anlamıyorlar mı?

Başörtülü Müslüman kızların çoğunun, artık kendi örtülerini bile savunamayacak kadar zayıf düştüklerini fark etmiyorlar mı? Sokaklarda bağıranların çoğunun, gençlik heyecanıyla bağırdığını göremiyorlar mı?

İmam-Hatiplerde de aynısı oldu. Gölgesinden korktular, kapattılar. Adı yetti yüreklerinin korku ile dolmasına. Oysa Osmanlı`nın çöküşü gibiydi imam-Hatiplerin durumu. `Kemal`i bulmuştu, sıra `zeval`de idi. Öyle olmasa, böyle olacaktı. Bir şekilde yıkılacak, tarihe mal olacaktı. Her kemalin ardından zevalin gelmesi, sünnetullah idi. Tutuyorlar, kendi korkularının büyüttüğü kâbusların, getirip koca bir camianın üzerine boca ediyorlar. Uysa da, uymasa da.

Keşke bilseler, "geliyorlar!" diye panikledikleri `irticacılar`ın, o makamlara geldikleri zaman, aslında kendilerine daha da yakın olacaklarını.

Keşke bilseler, zaman zaman ortaya çıkan sakil görüntülerin (içkili lokantada iftar yapıp, "Mescidi yok mu buranın?" diye söylenmenin vs.), `şeriat tehlikesi`nden filan değil, sadece ve sadece `köylülük`ten kaynaklandığını...

Keşke bilseler, devlet çarkının içine girince, dönüştürmek yerine, dönüşmeyi seçmenin daha basit bir seçenek olduğunu...

Keşke bilseler, korktukları ve "kadrolaşma" iddialarını dillendirdikleri insanlara en büyük iyiliği, onları yollarından çevirerek ve önlerine engel yığarak yapacaklarını.

Keşke bilseler, saldırarak ve suçlayarak, aslında üzerinde hiç düşünülmeyen şeylerin akıllara getirilmiş olduğunu ve zihinlerde sorgulamaların başladığını.

Sesimi fazla yükseltmeden, kendi kendime söylediğim bir şey var:

"Türkiye Müslümanlarının bilinçlenmesinde, İslam`ın ve Müslümanların düşmanlarının büyük payı var. Normalde insanlar, yapıp ettikleri üzerinde çok fazla düşünmedikleri için, saldırılar, bilinçleri kör olmaktan kurtarıyor çoğu zaman. Mesela başörtüsüne savaş açarak büyük bir strateji hatası yapıyorlar aslında. Hem konunun sürekli gündemde kalmasına neden oluyorlar, hem de insanların "Yahu bu nasıl bir `bez parçası` ki, bütün dünyayı meşgul ediyor?" diye durup düşünmelerine yol açıyorlar."

Şuna gönülden inanıyorum:

Türkiye`deki katı laikçi yorum ve bunun uygulamaları, Müslüman toplumun ve İslami düşüncedeki gençlerin, şahsiyetlerini ve varlıklarını koruma yolundaki en büyük şanslarıdır.


GENÇ'ın Yazısı.