Kar Altında Dua Eden Adamı Okurken...
Kadife eldiven giymiş demir yumruk metaforunda olduğu gibi bize tanıdık ve hatta bizden olan kelimelere dokunduğumuzda, içinin hiç de bize ait olmayan bir sertlikle dolu olduğu gerçeği ile karşılaşabiliriz. Tıpkı terakkide olduğu gibi. Başköşelerden birinde asılı bu eldiven olanca güzelliği ile orada endam ettikçe aslında pek de işimize yaramayacak. Onu raftan indirip kullanmaya çalıştığımızda ise içindeki el izinin bize ait olmadığını fark ediyoruz. Yani en azından birkaçımız bu yabancı izleri fark ediyor olmalı.
Sırf kapağından, cildinin kalitesinden ve estetiğinden dolayı alınabilecek kitaplan saysak, bu kitap onlar arasına da girerdi. Yeşilin güzel bir tonunun kullanıldığı zemin üzerinde, kar altında dua eden bir adam: Aliya İzzetbegoviç.
İslami Yeniden Doğuşun Sorunları ve İslam Deklarasyonu (Fide yayınlan, Ağustos 2007) isimli kitabı okumaya başladım. İlk makale "Müslümanlar Neden Geri Kaldı?" adını taşıyor. Aliya İzzetbegoviç, "Geçmişte İslam halkları ve onların büyük çoğunluğu geri kalmış değillerdi. Bugün ise geri kalmışlık vardır. Fakat Müslümanlar İslam`ı takip etmemektedirler. İlki için şahit olarak tarihi, ikincisi için kendimi, sizi ve hepinizi alıyorum." (sf. 14-15) diyor. Aslında makalenin özü/özeti olarak bu cümlenin altını çizebiliriz.
Aliya, İslam`ı en iyi yorumlayan ve yaşayan sahabelerden başlayarak tarih içinde bir gezintiye çıkartıyor bizi. Sıraladığı örneklerden sonra, "gerçeklerin vurucu dozu" için okuyucudan özür dilemek zorundayım, diyor. Aliya`nın seçtiği örnekler, makaleyi inşa edişi, üslubu hayranlık uyandırıcı. Sonunda tüm Müslümanları "bu yeniden doğuşa katılması için" davet ediyor. Bu davetin altındaki tarih Eylül, 1967. Yani tam 40 yıl öncesi. Bu davete hiç "evet" diyen kimse oldu mu diye düşünüyor insan. Peki ya şimdi kim/ler evet derdi bu davete?
Şimdi gerçeğin sularından ayaklarımızı biraz çekelim ve hayal edelim: Evet, yeniden bir uyanış için varım desek, İslam’ı hayatımızdan dışlamadan yaşarsak neler olurdu? Pratik hayata dair birkaç görüntüden sonra (belki başörtüsü ile okunabilen okullar, alkollü içkilerin yasak olduğu lokantalar, temizlik imandandır yazılı afişlerin bulunduğu sokaklar vs) şunu ispat etmeye çalışıyor bulabiliriz kendimizi: İslam terakkiye mani değildir.
Küçük kâğıt uçağımız terakki duvarına çarpmış bulunuyor. Onu yeniden elimize alalım ve şu duvar nerden çıkmış bir bakalım. Terakki ileri gitme, ilerleme, gelişme manalarına geliyor (Kubbealtı lügati). Yani çok güzel bir kelime aslında. Değil mi ki "iki günü birbirine eşit geçen ziyandadır." Öyleyse bizden, yani Müslümanlardan daha iyi kim terakki edebilir ki?
Fakat bu kelimeye dokunduğumuzda o kadar da yumuşak olmadığını fark ediyoruz (evet kelimelere dokunmalı, koklamalı yer yer). Kadife eldiven giymiş demir yumruk metaforunda olduğu gibi bize tanıdık ve hatta bizden olan kelimelere dokunduğumuzda, içinin hiç de bize ait olmayan bir sertlikle dolu olduğu gerçeği ile karşılaşabiliriz. Tıpkı terakkide olduğu gibi. Başköşelerden birinde asılı bu eldiven olanca güzelliği ile orada endam ettikçe aslında pek de işimize yaramayacak. Onu raftan indirip kullanmaya çalıştığımızda ise içindeki el izinin bize ait olmadığını fark ediyoruz. Yani en azından birkaçımız bu yabancı izleri fark ediyor olmalı.
Terakki ve İslam kelimelerini neden hep "İslam terakkiye mani midir?" gibi bir soru cümlesi içinde geçer? Aslında bu soru bile içinde bir imayı barındırır. Mesela `İslam ile terakki edelim` gibi bir çağrı cümlesi için kullanılmaz bu iki kelime.
Çünkü terakki kelimesinin içi bize ait değil.
Terakki etmek deyince sürekli abdestli bulunmayı, bizi ilgilendirmeyen işlere burnumuzu sokmamayı, kıyafetlerimizde sadeleştirmeye gitmeyi, daha az yemeyi, hayatta ve ruhumuzda sükuneti korumayı anlamıyoruz hiç birimiz. Halbuki bu ve benzeri davranışların hepsinin İslami yani fıtri bir altyapısı vardır ve "gerçeklerin vurucu dozu" ile bize anlatılmak istenen tam da bu ahlaktır: Mekarim- i ahlak. En büyük insanın (as) tamamlamak üzere gönderildiği ahlak.
Fakat terakki kelimesinin içi buz gibi soğuk. Birkaç yüz yıldır yüzü batıya dönük bu kelime, daha çok çalışmak (günde 16 saat yeter mi?), rekabet, pazarlama, büyük balık küçük balığı yer, imaj her şeydir, kredi notun kadar konuş vs. gibi cümlelerle ifade edebileceğimiz bir ruha(!) sahip artık. Üzerinde oturdukları geçmişleriyle övünen insanlar bu tanımlamadan çok da rahatsız görünmüyor gibi. Onlar muhtemelen Aliya`nın verdiği örneklerle övünüp ardından bilmiş bilmiş "İslam terakkiye mani değilmiş işte" diyeceklerdir. Peki o zaman neden şimdi böylesin?
Aliya`nın işaret ettiği gibi İslam`ı hayatımızdan dışlamamalıyız. Kendi kavramlarımızın içini kendimiz doldurmalı, kelimelerimiz üzerinde oynanan oyunlar için oyunbozanlık yapmalıyız. Tarihin üzerinde yan gelip yatıp övünmeye bir son vermeliyiz. Kafamızı karıştırmalıyız biraz.
Şimdi hiç de sağlam olmayan bu duvarı elimizle itekleyip kağıt uçağımızı yeniden uçurabiliriz. O göklerde süzülürken güzel insan Aliya İzzetbegoviç`in ruhuna bir Fatiha okuyabiliriz.
Rabia Gülcan Kardaş'ın Yazısı.