Etkili hatta çok etkili olabilecek konumlarda, pozisyonlarda ve görevlerde yer alan “tanıdıklarımız” artık aradığımız zaman kolayca ulaşılamıyor. Çağrılarımıza pek sık yanıt vermiyor, muhabbet ortamlarımıza gelmiyor

Hayat tarzı, konuşması, duyguları, düşünceleri, idealleri ve kaygıları “bizim gibi” olan insanların yöneticilik pozisyonunda yer alması ya da etkili bir konuma sahip olması, dahil olduğumuz kurumlara ve yapılara yönelik aidiyet hissimizi kuvvetlendirir. Bir ülkede yaşarken de bu durum böyledir, bir işte çalışırken de, bir mahallede otururken de...

Çok uzun zaman olmadı, daha beş yıl önce namaz kılan ortaokul öğrencilerinin görüntüleri çekiliyor ve öğrenciler, öğretmenleri tarafından beyni yıkanmış ve ziyan edilmiş zavallı çocuklar şeklinde servis ediliyordu haberlerde... Başörtülü olarak üniversitelere girilemiyordu. Hükümetin çıkardığı “üniversite öğrencilerine başörtüsü serbestisi” konusundaki yasal düzenlemeyi, dönemin rektörleri hatta okul müdürleri bile tanımıyor ve uygulamıyordu. Kamu kurumlarında başörtülü personel görev yapamıyor, başörtülü öğretmenler okulun dışından fotoğraflanıp gazeteler aracılığıyla linç kampanyasına maruz bırakılıyordu. Çok şükür o karanlık günler geride kaldı. Birçok farklı örnek verilebilir ama meselâ artık Gençlik ve Spor Bakanlığımız, manevi ve milli yönü güçlü konuşmacıları gençlik merkezlerinde sık sık misafir ediyor. Sabah namazı buluşmalarını, 81 ildeki gençlerin katılımıyla bir şölen havasına dönüştürmek için özel çaba sarf ediyor. Ülkemizde bu anlamda güzel gelişmeler oluyor.

İçerden ve dışardan birçok düşmanla mücadele eden devletimiz, aynı zamanda kişisel özgürlükler konusunda ve sosyal devlet olma noktasında elinden geleni yapıyor. Bu bağlamda “Anadolu insanı” artık önemli sorumluluklar alıyor, önemli vazifeler yapıyor, ulusal ve küresel ölçekte büyük işlere imza atıyor.

Halktan kopuk, kendi emeğiyle para kazanmamış, yer döşeğinde oturmamış, sofra kurmamış yöneticiler yerine artık tam olarak “bizim gibi” büyümüş ve bugünlere gelmiş yöneticiler kurumlarımızı yönetiyor. Milletimiz de bu durumdan son derece memnun. Çünkü Cumhurbaşkanı’ndan başlayarak ildeki herhangi bir devlet kurumunun müdürüne kadar hemen her yönetici, artık halkın içinden gelen bireylerden oluşuyor. Halka yakın durabilen, insanların kıyafetlerini küçümsemeyen, hitap şekillerini garipsemeyen, samimi davranışlarını hor görmeyen yöneticiler başarılı olabiliyor.

Evet, artık eskisi gibi değil çok şükür. Bu toprakların milli ve manevi değerlerine göre yaşamaya çalışan insanlar olarak; sosyal anlamda varız, eskiye göre daha görünür konumdayız, etkiliyiz ve yetkiliyiz.

Hemen herkesin “önemli konumlarda” görev yapan ve ulaşabildiği insanlar var. Belki hocamız, belki arkadaşımız, belki komşumuz, belki yakınımız, belki aile dostumuz olan bir milletvekili var örneğin. Torpil yapmayı kastetmiyorum ancak çözümsüz kaldığımız konularda destek isteyebileceğimiz ve bize yol gösterebilecek insanlar var. Büyük kurumlarda ve bakanlıklarda iletişim içinde olduğumuz kişiler var. Aynı zamanda çok sayıda ve birçok farklı alanda profesörümüz var, doktorumuz var, öğretmenimiz var; hem de nitelikli ve mütevazi insanlar.

Sivil toplum kuruluşlarının başında, üniversitelerin yönetiminde, eğitim camiasının içinde, ticaretin ve siyasetin merkezinde “bağlantımız olan” birçok kişi var. Artık “büyük insanları” tanımak, onlara ulaşmak mümkün. Bize benzeyen, bizim gibi olan ve “özel ya da tüzel kimliğimizi” temsil eden, fildişi kulelerde değil normal bir apartman dairesinde ya da kasabada doğup büyüyen çok fazla yöneticimiz var. Hemen hepimizin sosyal bağlantı ağı oldukça geniş.

Aslında birçok açıdan önemli avantajlar barındıran bu durum, bazı riskleri de beraberinde getiriyor. Bu noktada, birtakım problemlerin ortaya çıkmadan önce çözüme kavuşturulması, yangına dönüşmeden önce henüz kıvılcım halindeyken söndürülmesi gerektiğine de dikkat çekmemiz gerekiyor.

Bu risklerin başında, “önemli insanlarla” nicelik olarak fazla ama nitelik olarak zayıf bağlantıların kurulmuş olması tehlikesi geliyor. Bir yandan “alt konumdaki” kişinin kendi isteklerini ve çıkarlarını karşılamaya yönelik bir bağlantı kurmaya ya da sürdürmeye çalışması, diğer yandan “üst konumdaki” kişinin “ben kendimi kurtardım seninle vakit kaybedemem, daha önemli ve ‘piar’ yapmama katkı sağlayacak kişilerle ilgilenebilirim, sana yol göstermeye çalışmakla enerjimi tüketemem çünkü daha önemli işlerim var” biçimindeki yaklaşımı, eldeki imkânların ve nimetlerin verimli kullanılmasını engelliyor. Çünkü yöneticilik ve liderlik, var olan her türlü imkânın, fıtrata uygun olarak kullanılması ve kullandırılması noktasında büyük bir sorumluluktur. Yüksek pozisyonlarda görev almak; birileri için öyle olabilir ama bizim için vitrine çıkmak, cakarlı lüks arabalara binmek veya muhataplarımızın her an hazırolda beklemesinden doyum sağlamak gibi, ruhsal yetersizlik duygularını giderme amacıyla yürütülen bir faaliyet değildir. Üçüncü bir yanlış yaklaşım ise, “desteklemek, elinden tutmak ve yol göstermek” anlayışının kıvamının bozulmasıyla, liyakati öncelemeyen ve adam kayırma ya da torpil uygulama biçiminde ortaya çıkıyor.

Eğitim sisteminin, kültürel gelişimin rayına oturtulması ve bilinçli bir neslin yetişmesi noktasında, öncelikle yöneticilerimiz ve onların ardından biz, ilk günlerdeki gibi şevkle koşturmaya başlarsak, işte ancak o zaman başarılı olabiliriz. 

15 Temmuz ruhu, dava bilinci ve ihlas konusunda üzerimizdeki ölü toprağını attı çok şükür. Ancak yine de “mağduriyet yaşadığımız” günlerdeki kadar çalışma azmine ve enerjisine sahip değiliz. “Alt tabakadaki” sıradan insanlar olarak bizler de değiliz, üst kademedeki bizi yönlendirmesi gereken insanlar da yeterince gayretli değil. On birimlik güzel iş yapabilecekken, ataletimizden ve duyarsızlığımızdan dolayı üç birimlik faaliyet yapıyoruz. Bugünlerde sahip olduğumuz tüm imkanlar, onları yeterince kullanacak veya gerektiği şekilde kullandıracak mıyız noktasında bize yöneltilmiş imtihan sorularıdır.

Bu noktada, özellikle “şuurlu bir nesil inşası noktasında” ciddi anlamda kayıtsızlık içinde olduğumuzu belirtmemiz gerekiyor. Etkili hatta çok etkili olabilecek konumlarda, pozisyonlarda ve görevlerde yer alan “tanıdıklarımız” artık aradığımız zaman kolayca ulaşılamıyor. Çağrılarımıza pek sık yanıt vermiyor, muhabbet ortamlarımıza gelmiyor, facebook gönderimizi beğenmenin seviyelerini düşüreceğine inanıyor, whatsap mesajlarımızı gördükleri halde cevaplamıyor, “getirisi olacak ve kullanışlı birisi” değilsek düğün dernek gibi faaliyetlerimize önem vermiyor.

Tekrar vurgulama gereği duyuyorum ki; özel muamele ya da kayırmacılık yapılmasını istemiyorum ve kastetmiyorum. Ancak arkadan gelen bir gence yol açmak ya da yol göstermek, güzergahta kaybolmaması ve doğru bir istikamet sahibi olması açısından üst konumdaki yöneticiler için önemli bir sorumluluk alanıdır. Yaptığı iş, bir lütuf değil üzerine yüklenmiş milli ve manevi bir görevdir. Hatta kendisine bu günleri gösterdiği ve umut vaad eden gençleri göndererek onlara yardımcı olma imkanı tanıdığı için Rabbine şükretmeli, o gençlere de sözleriyle ve davranışlarıyla teşekkür etmelidir. Bu durum, yasalar yönünden yapmak zorunda olmadıkları ancak yaptıklarında hem millete, hem de ülkeye son derece faydası olabilecek bir uygulamadır. Çünkü millet olarak en büyük kaybımız, depolanmış muazzam enerjisini cari hale getiremediğimiz binlerce gencin, hayatın debdebesi içinde kaybolup gitmesidir.

Bundan sonra inşallah hiçbir zaman mağdur edilen, ezilen ve horlanan olmayacağız... Ancak her an ve her dakika, o zorlu günlerdeki dinamizmimizi, azmimizi, acımızı ve aşkımızı canlı tutacağız. Neler yaşandığını bilmiyorsak, büyüklerimizden sorup öğreneceğiz. Başörtüsü takmak istediği için tıp fakültesi son sınıftan ayrılan ve bu yaptığı şeyin çok da “mantıklı” bir davranış olmadığı konusunda en yakınları tarafından bile uyarılan ablamızı tanıyacağız. Henüz lise 3. sınıfta, okul önünde jop yememek için tek çözüm yolunun hiç durmadan İstiklal Marşı okumak olduğunu keşfeden, biter bitmez yeniden başlayarak 2 saat boyunca aralıksız İstiklal Marşı okuyan abilerden haberdar olacağız. O günlere yönelik kin tutmak için değil, rehavete kapılmamak için... Her şeyin, her zaman, bugünlerdeki gibi olacağı sarhoşluğundan ayılmak için... Basiret, şuur, dirayet ve feraset sahibi olabilmek için...

Yine eski günlerdeki gibi... Hevesle, heyecanla, umutla ve ihlasla... Yola çıkmamız ve yolda olmamız gerek... Bu kapsamda olması gereken şey, gençlerle birlikte dergi çıkaran iş adamları, öğrencilere inanan ve onları yönlendiren hocalar, küçük bir yetkisi varsa bile hayra vesile olacak konuda insiyatif alan müdürler, güzel insanların artması için aşkla ve şevkle koşturan ve büroktatik engellerden yılmayıp konferans organize eden üniversiteliler, ihtiyaç sahipleri için açılan kermese pasta hazırlayan kızlar... Yaşlıları alan taksiciler, düşen çocuğu kaldıran yetişkinler...

Eğitim sisteminin, kültürel gelişimin rayına oturtulması ve bilinçli bir neslin yetişmesi noktasında, öncelikle yöneticilerimiz ve onların ardından biz, ilk günlerdeki gibi şevkle koşturmaya başlarsak, işte ancak o zaman başarılı olabiliriz. 


Abdullah Yalnız'ın Yazısı.