Meşhur  bir söz vardır. “Ülke olarak zor günlerden geçiyoruz” diye. Evet, zor günlerden geçiyoruz. Bu ülkede daima zor günlerden geçerek zor günlere geliriz. Ama biliriz ki anahtar kelime “geçmektir”, kalmak ve varmak değil.

Bin Bir Gece masallarını hepiniz duymuşsunuzdur. Şehrazat Şehriyar kendisini öldürmesin diye masal anlatmaya başlar. Masalın devamını merak eden Şehriyar, Şehrazat’ı öldüremez ve bu durum bin bir gece sürer. Bin bir gecenin sonunda Şehrazat’a aşık olur ve evlenirler. Çok basit ama içinde çok fazla incelik barındıran bir hikâyedir bu.

Masalın ve masalcının nasıl birbirlerinin önüne geçtiğini görürüz bu hikâyede. Masalı dinlemeyi kabul edenin nasıl başka bir masal kahramanına dönüştüğünü görürüz. Anlatıcının hem kendi hayatını kurtarışını hem de bir zulmü durduruşuna şahit oluruz. Eskilerin eskimeyen tabiri ile “seni öldürmeye gelen sende dirilsin” mantığı bu hikâyede de işlemeye devam eder.

Benjamin şöyle der; kulak kesilip dinleyen insan için gözler görmez olur artık. Anlatımın büyüsüdür bu. Bu yüzden Anadolu’da sözlü kültür etkindi bir zamanlar. Köy odalarında, sohbet halkalarında, aşık atışmalarında hep ‘anlatılan’ bir şeyler vardır. Bir şehre bir büyük insan adım attı mı herkes işini gücünü bırakıp onu dinlemek için seferber olurdu. Çünkü insan ayakta kalabilmek için tutamak noktaları arar. Birilerinin o tutamak noktalarını kelimelerle ve seslerle inşa etmesini ister. Fırtınalar ağaçları tek tek yerinden ettiğinde toprağa sımsıkı bağlı kalmak, dalgalar boyunu aştığında akıntıya kapılmadan yerinde kalabilmek için kelimeler ister. Bazen de sözler bir anlığına da olsa elinden tutsun enkazdan onu çıkarsın bir tepenin üzerine çıkarıp içinde bulunduğu enkazı gösterip işte kurtulman gereken yer burasıdır desin ister.

Bugün hâlâ salon programlarında bir şeyler anlatmaya çalışanlar, akan taşmasın, duran kokmasın diye bir ses sirkülasyonu oluşturmaya çalışanlar var. Salon programlarının faydası, amacı tartışılsa da istikrarlı olduğu takdirde pek çok güzelliğin bu programlar sayesinde mayalandığını görebiliyoruz. Su düştüğü yerin cinsine göre ses çıkarır. Metale düşerse başka, cama düşerse başka. Su düşmek için suyu arar ve böylece en güzel seslerden biri olan su sesi oluşur. Anlatıcılar bu yüzden anlatmaktan vazgeçmezler, o su sesini bir kez duyan hep onu aramaya başlar çünkü. Genç Şölenleri, Genç Buluşmaları, Genç Kulüp Programları, gençlik merkezleri buluşmaları hep bu minval üzere gerçekleştirilir.

Rabbimiz namaz ve sabırla yardım istememizi diler. Ama sabrın ne olduğu konusunda kafamız karışıktır. Haksızlıklar karşısında susmaya sabır denmez, sabır bir yönüyle de hakikat karşısında istikrarlı olmak demektir. İstikrarlı bir şekilde anlatmak, yürümek ve dirilmek…

Modern insanı kıskaç altına alan, tüm nesneleri kendi elleri ile eğirip yapay dünyalar kuran, ışıltılı vitrinler, televizyon programları, bilbordlar, afişler ile gençlerin kendilerini inşa etmesine fırsat tanımayan bu düzen, anlatılmak açıklanmak istenilen her şeyin önüne bir set gibi çekilmektedir. Sohbet konularını, konuşma malzemelerini kendisi belirlemek ister. Bu döngüden kurtulmak isteyenler şuna karar vermelidir. Duyduğumla yetinmek mi istiyorum, yoksa daha iyisini duyuncaya kadar arayacak mıyım? Bendeki zulmü anlattıkları ile yok edecek bir Şehrazat bulabilecek miyim? Kendine uygun olan kitabı, sohbet programını, okuma şeklini bulana kadar her genç elbette zorluklardan geçecektir.

Haksızlıklar karşısında susmaya sabır denmez, sabır bir yönüyle de hakikat karşısında istikrarlı olmak demektir. İstikrarlı bir şekilde anlatmak, yürümek ve dirilmek…

Taşrada bir atletizm müsabakası izlemiştim. Çocuklar can havli ile koşmuş, nefes nefese kalmış, yarış bitince hepsi yerlere serilmişti. Birinci olanın etrafında koşup sarılacağı anne babası yoktu, yenilen çocukları teselli edecek aileler de yoktu etraflarında. Birinci olan da diğerleri de yan yana sıralanıp evlerinin yolunu tuttular. Bu manzara beni çok etkilemiştir. Biz de işte onlar gibi yensek de yenilsek de eve yalnız dönen çocuklarız. Taltif ve tebrik beklemeyen. Yenersek bunun hepimizin kazancı olduğunu düşünür ağırbaşlılıkla eve döneriz. Yenilirsek yenilginin sadece kendimize ait olduğuna inanır evimize öyle döneriz.

Meşhur bir söz vardır. “Ülke olarak zor günlerden geçiyoruz” diye. Evet, zor günlerden geçiyoruz. Bu ülkede daima zor günlerden geçerek zor günlere geliriz. Ama biliriz ki anahtar kelime “geçmektir”, kalmak ve varmak değil. Bu yüzden yazıyla ve sözle anlatmaya, yolda olmaya, yolu inşa etmeye devam ediyoruz.

Yolda bir zalim bir masumu tartaklasa, bir haydut yaşlı bir kadının parasını çalıp kadını yere düşürse, koşup haydutu yakalamak ile kalıp yaşlı kadının yarasını sarmak arasında ikilemde kalırız. Adil tarafımız ağır basarsa hırsızın peşinden koşar, merhamet damarımız kabarıksa kalıp yaşlının yarasını sararız belki de. İşte bu iki duygunun arasında kalmaktır bizi biz yapan. Yürüyüşün en zor olanı merhamet ve adalet arasında bir yürüyüş tutturmaktır. Rabbim hem bizim, hem dergimizin, hem ülkemizin kollarını her ikisine de ulaşacak kadar uzun eylesin, bu ikisi arasında kalmaktan kaynaklanan hatalarımızı affeylesin.

Zor günlerimizi kolay eylesin. Bizi adaletten de merhametten de ayırmasın. 


Ayşegül Genç'ın Yazısı.