Ateşten Çiçekler
Eski kale bir zamanların hapishanesi. Bazı hükümlülerin suçu sadece siyah olmak. Tencereleri bile farklı beyazların. Tenlerinin rengine göre yemek alıp açık tuvaletlerde yıkıyorlar kaplarını.
Johannesburg yirmi yılda çok değişmiş ama hâlâ tehlikeli ve güvensiz. Gündüz bile arabadan inemeyeceğiniz sokaklar var şehirde. Duvarlarda sprey boyayla yazılmış asi sözler. Çöp toplayan adamın gözleri kıpkırmızı, yolda dilenen gencin sakat ayağı yeşil ışıkta birden düzeliyor. Yıpranmış iki yatağı stadyumun duvarına yaslayıp kendine ev yapmış kadın, kimbilir belki de aylardır yıkanmadan bütün gardırobunu üst üste giymiş. Tezgahta birkaç portakal ve şekerleme. İşsizliğin izleri sokağa yansımış.
Daha önce rehineciye gitmemiştim. Böyle bir dükkan olduğundan da haberim yoktu. Bazen çocuklarımızın merakı yeni kapılar açıyor bize. Hatıralarımı satacak kadar çaresiz değildim ama unutulan parçalar aldım. Bu dükkan anneannemle gezdiğim antikacıları hatırlattı. Her şey eskiydi, tezgahtarın belindeki silah bile kullanılmıştı. Kilitli demir parmaklıklar açıldığında vitrinsiz bir dükkana girdik. İçi doldurulmuş leoparın cam gözleri parladı. Taş bebekler, genç kızların bileğinden çıkarılmış gümüş bilezikler, ailenin baş harflerinin işlendiği yemek takımları; geçmiş saklı tozlu kutularda. Bir damla gözyaşı veya bir tebessüm.
Mandela’nın hapishanede geçirdiği yirmi yedi yılın ardından döndüğü ev diğer villalar gibi yüksek duvarlar ve elektrikli tellerle çevrili. Ülkeyi özgürlüğe kavuşturup siyah ve beyazı bir arada hayal eden adamın hayattaki tek kızı ise Danimarka’da yaşıyor. Bu topraklara köle olarak geldiğinden beri başka ırktan gelin almayan Hintliler, Sömürgecilerin çocukları beyaz tenli Afrikaanerler* ve siyah tenleriyle bu toprağın gerçek sahipleri hepsi birden “Güney Afrikalıyım” diyor. Rehberimiz Felemenkçe konuşsa da Hollanda’ya ayak basmamış. Annesi sarisiyle dolaşan şoför vejetaryen.
Kırmızı çiçekleriyle alev alev yanan ağaçlar kaplamış yolu. Cehennemi hatırlayan Müslüman Afrikalılar “Kafir” demişler, oysa bana cenneti hatırlattı bu ağaç. Yapraksız dallarında açan çiçekler imkânsızı gerçekleştirmişti. Yalın ama görkemli.
Ve bir çiftlikteyim. Özgür olması gereken vahşi kediler kollarımda. Onları sevebilmek için kafeslerine girdim. Dünyanın en hızlı hayvanı çita, aslanın gösterişine, kaplanın pençelerine sahip değildi. Gözlerinin altındaki kara çizgiler güneşte daha iyi görmesini, uzun kuyruğu keskin dönüşler yapmasını sağladı ama sadece dört yüz metre koşabildi. Durdu. Kırk altı dereceye yükselen vücudunu soğutmak için durdu. Ceylanın da çitanın da kurtuluşuydu bu.
Eski kale bir zamanların hapishanesi. Bazı hükümlülerin suçu sadece siyah olmak. Tencereleri bile farklı beyazların. Tenlerinin rengine göre yemek alıp açık tuvaletlerde yıkıyorlar kaplarını. Doktor suçluyu kontrol ettiğinde ne kadar işkenceye dayanabileceğini söylüyor. Pis pis gülümsüyor gardiyan, avuçları kaşınıyor. Bir ay hücreye konanlar tırnaklarıyla duvara sevdiklerinin adını kazıyarak gideriyor yalnızlıklarını. Kışın sadece demir parmaklıklar kapanıyor üstlerine, yazın çelik kapılar. Yan yana iki kap, biri su için diğeri tuvalet. Aylardır tenine değen tek şey köşesi delik bir battaniye ve bu delik karısının parmaklarından daha tanıdık ona. Mandela ve Gandi gibi tanınmış suçlular da var bu koridorlarda gezinen, ülkeleri için savaş veren iki avukat. Gecekondularda yaşayan siyahiler artık özgür. Teninin renginden dolayı kimsenin hakları elinden alınmıyor.
Ve bugün geçmişi unutmamak için mahkeme binasına kocaman bir pencere açılıyor. Baş yargıç kararını vermeden önce bir an bakıyor hapishaneye. On bir yargıcın önünde on bir sığır postu. Hepsinin deseni farklı. İnsanların da aynı olmadığını gösteriyor suçluya, avukata ve dinleyiciye...
* Güney Afrika Cumhuriyeti vatandaşı olan beyazlar.
Hande Berra'ın Yazısı.