Kabil de bir kızı sevdiği için öldürmemiş miydi Habil’i?! Karun, parayı sevdiği için sapıtmamış mıydı?! Firavun, gücü sevdiği için tanrı ilan etmemiş miydi kendini?! Amerika, petrolü sevdiği için işgal etmemiş miydi Irak’ı?!

Roman yazmak istiyorum. Olmuyor. Aslında yeni değil. Uzunca bir süredir var bu istek. Taa reklam yazarlığına başladığım günlerden beri. Bir vakit çalıştığım ajans Etiler’deydi. Mermerler Sitesi’nde dubleks bir ofisimiz vardı. Alt katı; yöneticiler, müşteri temsilcileri ve reklam yazarları, çatı katını ise; grafikerler ve film yapım bölümü elemanları kullanıyordu. Çatı katında çok güzel bir de kütüphanemiz vardı. Hatice teyzenin yaptığı mis gibi Türk kahvelerimizi de alır; kitaplar, loş ışık ve çatı katı ambiyansının sağladığı atmosferde metin yazmayı daha çok tercih ederdik. Bir de stajyerlerimiz olurdu bol bol.

Bir gün yine çatı katında çalışırken; film yapım bölümünün yeni stajyerlerinden biri yanıma geldi. Samimi değildik ve birbirimizi de fazla tanımıyorduk. Bana şunu sordu: “Romanın nasıl gidiyor? Bitirebildin mi?” “Hayır” dedim. “Yeterince vakit ayıramıyorum.” Stajyere bu cevabı vermekle birlikte kafamı kurcalayan  diğer soruya herhangi bir cevap bulamadım: “Ben daha neredeyse hiç tanımadığım bu çocuğa bir bilimkurgu romanı yazmakta olduğumu ne zaman anlatmıştım?!” Sonuçta herkese anlattığım bir konu değildi ve çocuk ajansa geleli daha iki hafta olmamıştı. Üstelik benim kendi bölümümün stajyeri bile değildi. Zihnimi hızlıca bir kurcaladım: I-ıh!.. Hatırlayamadım. O çocukla böyle bir muhabbete girmemiştik. “İyi de o zaman nasıl?..” Baktım olacak gibi değil; sordum: “İyi de ben sana roman yazmakta olduğumdan söz ettiğimi hiç hatırlamıyorum. Ettim mi yoksa?” Stajyer cevap verdi: “Hayır. Hiç söz etmedin!” Şaşkınlığım katlandı tabi.  Az önce şüpheden ibaret olan durum, şimdi gizeme dönmüştü! Kafayı fazla yormaya gerek yok; sordum hemen: “İyi de nasıl?!” Stajyer cevapladı: “Hiiç… Geçenlerde reklam dünyasıyla ilgili bir kitap okumuştum. Yazar, orada; hemen bütün reklam yazarlarının, hiç tamamlayamayacakları yarım kalmış birer romanları olduğundan söz ediyordu. Doğru mu diye denemek için sormuştum…”

Doğruymuş... Doğruydu: O romanı hiç tamamlayamadım. Çünkü reklam yazarlığı dışarıdan çok özgür, kreatif, keyifli görünmekle birlikte, aslında; yazarın en fazla kısıtlandığı yazım alanıdır. Çünkü yazı işinin endüstrileşmiş halidir. Asla kendi istediğin gibi yazamazsın: Müşterinin istediği gibi, stratejik planlamacının programladığı gibi, müşteri temsilcisinin prezante edebileceği gibi, kreatif direktörün keyfinin kahyası gibi, sanat yönetmeninin tasarlayabileceği gibi, senyörünün kendine mal edebileceği gibi, juniorunun hayran olabileceği gibi, çaycının anlayabileceği gibi yazmalısın. Ve kavga işidir reklam yazarlığı: Metnini yukarıdaki düşmanlara karşı satır satır savunmalısın. Kelime kelime mevzi alırsın. Ve bunu yaparken; kendine güveninden, çokbilmişliğinden, kimsenin anlayamadığı deha rolünden asla taviz vermemelisin. Yoksa kaybedersin. Yoksa senden yeni bir metin isterler. Hem de en geç öğleden sonraya… İşte bu yüzden, bütün reklam yazarları için: Kimsenin değil; sadece kendilerinin istedikleri gibi bir şeyler yazabilme hayalidir o roman…

Geçenlerde; reklam yazarlığını da bıraktığıma göre; “Şu romanı bitireyim artık!” dedim. (Reklam yazarları romanlarını bitiremezler ya… O açıdan) Dolayısıyla başlamam gerekti. Bütün iyi romanlar bir çatışmayı ele alırlar. Her şeyin yolunda olduğu, yolunda gittiği, yolunda bittiği herhangi bir anlatı yoktur. Kendime; romanımda çözümünü anlatacağım sağlam bir çatışma konusu ararken ve bulduklarımın hiçbiri beni tatmin etmezken şöyle düşündüm: “Çünkü şekilde kalıyorsun. Sağlam bir çatışma istiyorsan; çatışmanın hakikati nedir onu anlamalısın. Bunun için de evrensel çatışmaları incelemelisin…” Doğruydu. Hemen evrensel çatışmalar hangileridir onlara bakmak lazım. Nereden? Evrenin özeti olan kitaptan! A-ha! İyilik ve kötülüğün, hayır ve şerrin, hak ve batılın bitmeyen mücadelesi: Şeytan’ın insana karşı savaşı.

Neden şeytan insana savaş açtı? Çünkü şeytan, insan yaratılmadan önce; Allah’ın sevgisinden istediği kadarına sahipti. Ne zaman ki insan bu sevgiye ortak çıktı; şeytan isyan etti. Zannetti ki; Allah, insanı sevince; onun sonsuz olan sevgisinden, kendisine ayrılan kısım azalacak. Bu konuda başka bir sürü görüş ve yorum olduğunun da farkındayım. Ama benim bakışıma göre: Bir manada Şeytan, Allah’ı kıskandı insandan. Belki ham, belki bencilce, belki yersiz bir düşünce ama bu: Kişi sevdiğini kıskanır. Sevdiğine olabildiğince yakın olmak ister. Sevdiğinden kendisinde olabildiğince çok olmasını ister… Ve bunun için meşru ya da gayrı meşru yollarla mücadele eder. Kabil de bir kızı sevdiği için öldürmemiş miydi Habil’i?! Karun, parayı sevdiği için sapıtmamış mıydı?! Firavun, gücü sevdiği için tanrı ilan etmemiş miydi kendini?! Amerika, petrolü sevdiği için işgal etmemiş miydi Irak’ı?!

Sevgi, insana her ne kadar salt iyicil bir duyguymuş gibi gelse de: Demek aslında bütün savaşların da sebebiymiş. Bütün savaşlar; insanın sevdiğini edinebilmesi, daha fazla edinebilmesi için çıkıyormuş. "Gayr-i meşrû bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azab çekmektir" diyor ya Bediüzzaman (k.s.)… Demek sevginin de meşrusu, gayrı meşrusu varmış. Vay be! Hiç daha önce böyle düşünmemiştim!..


Sinan Özgenç'ın Yazısı.