Fidel Castro Bizim Neyimiz Olur?
Fatih Günel
Geçtiğimiz Kasım ayında Küba`nın `efsanevi` lideri Fidel Castro hayatını kaybetti. Fidel`in ölümünün ardından özellikle sosyal medyada yazılanlara baktığımızda ülkemizde ne kadar çok `Fidelist` varmış diye gerçekten şaşırıyoruz. Gerçekten Fidel Castro, hakkında yazılanlar kadar dürüst, iyi yürekli ve bize her daim yol gösteren abidevi bir şahsiyet miydi yoksa hakim anlatının dışında da bir gerçeklik var mı diye kendimize sormadan edemiyoruz. Zira ülkemizde genelde kendilerini özgürlükçü ve demokrat olarak takdim eden sol çevrelerin anlattıklarına bakılırsa şimdiye kadar böyle bir bilge adamın izinden gitmeyerek ömrümüzün şimdiye kadar ki bölümünü boşuna geçirmişiz izlenimi edinebiliriz. Ancak kendimizi hakim söylemin efsanevileştirici anlatısından kurtarıp romantizmden uzak bir bakış açısıyla Küba`ya bakarsak manzaranın çok farklı olduğunu görürüz.
Sadece Türkiye`de değil, tüm dünyada insanlar siyasi liderleri olduğu gibi değil de düşüncelerinde kavramsallaştırdıkları gibi görme eğilimindedirler. Gerçeklere bakmak değil de yanıltıcı, sahte bir romantizmdir onların genelde tercih ettiği. Fidel Castro da bu durumdan fazlasıyla nasibini almış bir liderdir.
İnsan hakları örgütlerinin Küba`ya yönelik yayınladıkları raporlara kısa bir göz atmak bile bazılarımızın yüzleşmek istemediği gerçeğin ne kadar vahim olduğunu gözler önüne serer. Fidel`in acımasız politikalarından dolayı Küba`yı terk etmek zorunda kalanların, Fidel`in ölümünü kutlamaları, meselenin basit bir fikir ayrılığından çok öte bir boyutta olduğunu göstermektedir. Zaten devrimci liderler öldükten sonra bir takım kesimler olağanüstü derecede sevinirken bir takım kesimler ise yas tutarlar. Bir devrimci olan Fidel Castro örneğinde bunu bir kez daha gördük.
Bağımsızlık savaşlarını göz önünde bulundurmadan devrimler tarihini gözden geçirdiğimizde, her bir devrimin bir çok farklı ayırt edici özelliği olmasına rağmen hepsinin ortak özelliğinin kanlı olduğu sonucuna ulaşırız. Küba devrimi de tıpkı Fransa, İran, Rusya ve Çin devrimindeki gibi kanlı bir devrimdir. Kanla yapılan devrimlerin ayakta durabilmesi için ise iç ve dış düşmanların varlığı elzemdir. Bu düşmanlaştırma fetişizmi ya üretilir ya da mevcut durum aşırı abartılarak halkın devrim etrafında kenetlenmesi sağlanır. Latin Amerika`nın 1492 sonrası dönemde devamlı bir işgal ve sömürge geçmişini göz önünde bulundurursak bu tarihsel birikimin Latin Amerikalı diktatörler tarafından çok defa kendi rejimlerini korumak gayesiyle suistimal edildiği göze çarpar.
Fidel Castro anti-emperyalist bir liderdi. Batı dışı dünya ile son derece iyi ilişkileri vardı. Afrika`daki birçok bağımsızlık hareketlerine destek verip Sosyalist devrimi diğer ülkelere yaymak için büyük bir çaba sarf etmiştir. Emperyalizm karşıtı sergilediği bu tutum, onun diğer milletler tarafından takdir edilmesine ve ikonlaşmasına yol açmıştır.
Sosyalist olmayanların bile Fidel Castroya sempatik bakmasının altında yatan yegane unsur olan Castro`nun Anti-emperyalizmi, onun yaptığı cinayetleri meşrulaştırmaz. Anti-emperyalizm kelimesi, insanın odak noktasında olduğu, insana değer veren yönetimler tarafından kullanıldığı takdirde dimağlarımızda hak ettiği onurlu yeri alır. Kendi rejimlerini korumak gayesiyle işlediği suçları örtbast etme kaygısıyla makyavelist gayeyle kullanıldığı takdirde ise paslanmış bir slogan olmaktan öteye gidemez. Fidel Castro ismi genelde anti-emperyalizm kelimesini akla getiriyor olsa da paslı ve yozlaşmış olanından, onurlu olanından değil.
Sağ ya da sol nitelikte olması farketmeksizin tüm totaliter yönetimlerde ciddi oranda benzerlikler vardır. Bu tarz rejimlerde resmi ideoloji heryerdedir. Belirlenen düşünce sistemine uymayanlar tehdit olarak görülür ve yok edilir. Küba`da örneğini gördüğümüz bu tarz yönetim sistemlerini daha iyi anlamak için George Orwell`ın 1984 ve Hayvan Çiftliği kitaplarını öneririm.
GENÇ'ın Yazısı.