Efendim; “Sözle eğitim olmaz!” ifâdenizi açıklayabilir misiniz?

Yaşanmayan ve örnek davranışlarla misallendirilmeyen hakîkatler, kuvveden fiile, teoriden pratiğe çıkma imkânı bulamaz. Yani hayata geçirilmeyen fikirler, ebediyyen kitap satırları arasında kalmaya mahkûm olur.

Bu sebepledir ki ahlâk ve fazîlette kulluğun zirvesi ve beşeriyete en büyük mürebbî (terbiyeci, eğitimci) olarak ihsân edilen Efendimiz , İslâm’ın yüce prensiplerini sadece ifâde etmekle kalmamış, onları bizzat kendi hayatında tatbik ederek insanlığa takdîm etmiştir. Bu, Efendimiz ’in bütün insanlığa telkin ettiği en mühim ve en büyük eğitim metodu olmuştur.

Böylece Hazret-i Peygamber’in ifâde ve davranışları, en mükemmel örnekler manzûmesi hâline gelmiştir.

Buna mukâbil, akılları vahiy ile terbiye edilmemiş filozofların ise, ictimâî sulh ve sükûn ile ahlâk nâmına ortaya koydukları -müsbet veya menfî- fikirler, çoğunlukla kütüphânelerin tozlu raflarındaki kitaplarda kalmış, hayâta intikâl edenlerinin de ömürleri gâyet kısa sürmüştür. Zaten bu filozoflar, söylediklerini kendi hayatlarında da başka insanlar üzerinde de örneklendirmekten âciz kalmışlardır.

Meselâ Aristo, ahlâk felsefesinin birtakım kânun ve kurallarının temelini atmış olmasına rağmen, vahyin rehberliğinden uzak olduğu için, onun felsefesine inanıp hayâtına tatbîk ederek saâdete kavuşmuş, tek bir kişi bile görmek mümkün değildir. Yine Fârâbî’nin hayâlinde canlandırdığı “fazîletler şehri ve ideal toplum”a dâir fikirlerini ihtivâ eden en mühim eserinin bile, tatbik imkânı olamamış, o fikirler de, kitap satırlarından dışarıya çıkamamıştır.

Çünkü bunlar, yaşanarak yazılmış ve söylenmiş gerçekler olmadığı gibi, kaleme alındıktan sonra da yaşanabilen özelliklere sahip olamamıştır. Oysa Hazret-i Peygamber Efendimiz, risâlet vazifesine başlamadan önce kendisini herkese sevdirmiş, halkın kendisine “Sen el-Emîn ve es-Sâdık’sın!” demelerini gerektiren mükemmel bir şahsiyet sergilemiş ve O, tebliğine böyle bir kimlik ve şahsiyet tescîlinden sonra başlamıştır.

Bu sebeple bir eğitimcinin sözleri ile hâl ve hareketleri arasında bir zıtlık olmamalıdır. Nitekim Allah Teâlâ; kişinin sözü ile özünün, konuştuklarıyla yaptıklarının birbiriyle tezat teşkil etmemesini emretmiş ve bu hususta şöyle buyurmuştur:

“Ey îmân edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır.” (es-Saff, 2-3)

Hiç şüphesiz insanlar karakter ve şahsiyete hayran olur, sağlam karakter ve şahsiyetin peşinden giderler. Çünkü sağlam bir şahsiyetin sergilediği en küçük hâl ve davranış, bazen en hikmetli sözlerden bile daha tesirlidir.

Nitekim Bedir Savaşı’nda esir alınan ve Medîneli çocuklara okuma-yazma öğretmelerine hükmedilen Kureyşliler, bir mekâna toplanıp ders verdirilmek yerine, ashâbın evlerine gönderilmiş, böylece o kişilerin, müslümanların hayatını yakından görmeleri sağlanmıştır. Bunun neticesinde de onların mühim bir kısmı İslâm ile şereflenmiştir.

Mus’ab bin Umeyr’in birâderi Ebû Aziz şu ibretli hâdiseyi anlatmaktadır:

“Bedir Savaşı’nda ben de esir düşmüş, Ensar’dan bir topluluğa teslim edilmiştim. Allah Rasûlü ;

«Esirlere güzel muâmelede bulunun!» buyurmuştu. Yanlarında bulunduğum âile, Allah Rasûlü’nün bu emrini yerine getirmek için, sabah-akşam hisselerine düşen ekmeği bana verir, kendileri hurma ile yetinirlerdi. Ben ise hayâ eder, ekmeği onlardan birine verirdim, o da hiç dokunmadan tekrar bana iâde eder; «Allah Rasûlü böyle buyurdu.» derdi.” (Heysemî, VI, 86; İbn-i Hişâm, II, 288)

Bu kişi, şâhid olduğu bu fazîletler karşısında kısa zamanda İslâm ile şereflenmiştir.

Ecdâdımız Osmanlı’nın ince bir siyaset olarak, yeni fethedilen yerlere evvelâ, gönül ehli, sâlih ve velî zâtlar iskân etmesi de büyük hidâyetlere vesîle olmuştur. Nitekim bugün Balkan ülkelerinde var olan bütün müslüman halkların mevcûdiyeti, ilk Osmanlı fetihleri ve iskân siyâsetinin bir eseridir.

I. Murad Han, Kosova’yı fethettiğinde Anadolu’nun fazîletli insanlarını oraya yerleştirmiş, onların nezih yaşayışlarına hayran olan Arnavutların yüzde doksanı müslüman olmuştur. Yine Fâtih Sultan Mehmed Han da İstanbul’un fethinden sonra Bosna’yı fethetmiş, o mıntıkaya gönül ehli, temiz Anadolu halkını iskân etmiş ve Boşnakların tamamı, İslâm’ın güzelliğini şahsiyetlerinde sergileyen bu insanlara meftûn olarak hidâyetle şereflenmişlerdir.

Ayrıca Osmanlı’nın gittiği her yerde hak ve adâleti hâkim kılması da maddî-mânevî fetihlerinin önünü açan bir unsur olmuştur. Balkanlarda prenslerin zulmünden bıkan halklar, Osmanlı hâkimiyetine girmeyi gönüllü olarak arzulayacak noktaya gelmiştir. Öyle ki Lehistan’da:

“Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülke hürriyet ve istiklâle kavuşamaz!” sözü, bir darb-ı mesel hâline gelmiştir.

Çığırından çıkmış olan hristiyanlıkta akıl ve mantık dışı zulüm ve yanlışlıklara isyân ederek protestanlık mezhebini kurmuş olan Alman reformist Martin Luther de:

“Yâ Rabbî! Büyük Türkler’i bir an önce başımıza getir de, Sen’in ilâhî adâletinden onlar sayesinde nasiplenelim!..” demiştir.

Ayrıca Martin Luther, halkını acımasızca sömüren kendi idârecilerini de şu sözlerle îkâz etmiştir:

“–Sizin gibi gözü doymaz prenslerin, toprak ağalarının ve burjuvaların idâresinde yaşamaktansa, Osmanlılar’ın idâresini tercih ederiz. Çünkü onlar, fakirlere sizden daha şefkatlidir.”

Velhâsıl, İslâm’ın en güzel tebliğ ve tâlimi, mü’minlerin, onu hâl ve tavırlarıyla, fiilen temsil etmeleridir. Mevlânâ Hazretleri ne güzel söyler:

“Hâl ile öğüt veren, sözle öğüt verenden iyidir.”

Mânevî fetih ordusu olan velîler, gönül âlemlerinin zenginliğini, yeni fethedilen ülkelerin her karış toprağına olduğu kadar, insanların kalplerine de nakşetmişlerdir. Böylece yeni fethedilen topraklarda yaşayan gayr-i müslimler, Osmanlı halkının ahlâkına, bilhassa da merhamet ve şefkat duygularına hayran kalmış ve bu keyfiyet de, onların İslâm’la şereflenmelerini kolaylaştırmıştır.

Enes [ra]’ın bildirdiğine göre:

“Rasûlullah , Muhâcirlerin ve Ensâr’ın, (namaz erkânını) kendisinden yakînen görüp öğrenebilmeleri için, hemen peşinde namaza durmalarını isterdi.” (İbn-i Mâce, Salât, 44)

Bu sebeple sık sık şöyle buyurmuşlardır:

“Benden gördüğünüz gibi namaz kılınız.” (Buhârî, Ezân, 18)

Sehl bin Sa’d [ra] da şöyle anlatmaktadır:

Rasûlullah minber üzerinde ayağa kalkarak kıbleye yöneldi, tekbir aldı, insanlar da kalkıp arkasında namaza durdu... Namazı bitirince insanlara döndü ve:

“Ey insanlar! Bana uymanız ve nasıl namaz kıldığımı öğrenebilmeniz için böyle yaptım.” buyurdu. (Buhârî, Salât, 18; Müslim, Mesâcid, 44)

Geçen asrın önde gelen İslâm âlimlerinden Muhammed Hamidullâh’ın şöyle bir ifâdesi vardır:

“Batı toplumunda hristiyanları İslâm’ı kabule sevk eden, fıkıh ve kelâm âlimlerinin görüşleri değil, daha ziyade İbn-i Arabî ve Mevlânâ gibi tasavvuf ehlinin hâlleridir.

Bugün de Orta Asya, Avrupa ve Afrika’da İslâm’a hizmet edecek olan, ne kılıç ne de akıldır; yalnız kalp, yani tasavvuftur.

Çünkü hem Hazret-i Peygamber Efendimiz ve ashâbının, hem de mutasavvıf İslâm büyüklerinin yolu, ne kelimeler üzerinde uğraşmak ne de mânâsız şeylerle meşgûl olmaktır. Bilâkis insan ile Allah arasındaki en kısa yolda yürümek, yani şahsiyetin geliştirilmesi yolunu aramaktır.”

Velhâsıl, insana öğretilen hususların, nazariyatta, satırlarda ve sözlerde kalmaması ve hayata intikâl edebilmesi için dâimâ örnek şahsiyetlere ihtiyaç vardır. Bugün eğitim sahasında en çok eksikliğini hissettiğimiz usûl de budur.


Osman Nuri Topbaş'ın Yazısı.