Sırrına Ermek İçin Sırrının Kaynadığı Yere Git!
Gideceksin, gitmelisin. Önemli olan gitmek değildir, önemli olan ermektir. Bugün gider, yarın dönersin. Bu gelişler gidişler olmadan sırra erilmez. Sırrına ermek için, sırrının kaynadığı yere gitmelisin.
Gözleri gök kadar derin Genç o gün Hakîm`in kapısını çalarken, dokunsalar ağlayacak kadar üzüntülüydü. Sevinçli olması gerekmiyor muydu aslında? Şu kadar senedir kazanayım diye uğraştığı üniversiteye nihayet girmişti işte. Hem de istediği bölümde okuyacaktı. Ama başka bir şehre gitmesi gerekiyordu.
Üzüntüsünün kaynağı buydu işte; Hakîm`den ayrılacaktı.
Selam verirken, içinden geçeni de bir hüzün bakışıyla gönderdi Hakîm`e:
“Bir veda ziyareti bu…”
Hakîm alışılmışın dışında bir alâka ile karşıladı onu. Hangi bölümü kazandığını, nerede kalacağını sordu, gideceği yerde yaşadıklarından bahsetti. Coşkuyla konuşuyor, espriler yapıyordu.
Genç kaygılı bir ilgiyle dinlerken, bir taraftan da Hakîm`in üzerindeki hâli fark etmemesinin imkânsız olduğunu biliyordu.
“Neden ayrılmaktan bahsetmiyor ki acaba?”
Bir ara suskunluk oldu. Genç, Hakîm`in gözlerinde ruhundaki hissiyata eş belli belirsiz pırıltılar gördü. O an her şeyi unuttu. Sanki daldı oraya da hüznüyle kardeş bir ırmakta raks etmeye başladı. Neden sonra, Hakîm`in boşluğa asılı gözleri geldi gözlerine oturdu. Sanki başına bir darbe aldı, kafası geriye doğru kaykıldı. Bir an, sadece bir an…
Genç, sonradan o anı bir arkadaşına `bir heybet bulutu her tarafımı sardı. Kendimi unuttum; zaman, mekân, bütün kayıtlar silindi sanki…` diye anlatacak, o anda aldığı nazarın, hayatının sonraki devresi için atlaması gereken bir eşik olduğunu fark ettiğini ise kimseye söylemeyecekti. Veda ise işte veda için gerekeni almıştı. Bir anda, sadece bir anda…
Hakîm söze gelmeyeni gizlemekte çok mahirdi. Ama bugün sözün nereden gelip nereye gittiğini unutmuş gibi coşkuyla konuşuyordu.
- Gideceksin, gitmelisin. Önemli olan gitmek değildir, önemli olan ermektir. Bugün gider, yarın dönersin. Bu gelişler gidişler olmadan sırra erilmez. Sırrına ermek için, sırrının kaynadığı yere gitmelisin.
Genç, biraz önce aldığı o nazardan sonra tarif edemediği bir hissiyatla sanki donmuş kalmıştı. Kulağının bir şey işittiğini zannetmiyordu. Ama kalbi çok şey işitiyordu. Şu an dinlediklerinin kulağı ile değil kalbiyle dinlemesi gereken sözler olduğunu biliyordu.
- Gideceksin. Ama dönmek üzere gideceksin. Dönecek olanlar gitmiş sayılmazlar. Buradayız, beraberiz. Kalp mülkünde yaşayanlara neresi gurbettir? Onlara her yer kurbettir. Kalbinin gurbetinde yaşayanlara ise kurbet muhaldir.
Konuşurken gözleri de şefkat pınarı olmuş akıyordu. Sesi sanki evladına son cümlesini söyleyen bir baba gibi titredi ya da Genç öyle zannetti:
- Hevesinin değil kalbinin peşinden gittiğin müddetçe bir yere gitmiyorsun; beraberiz.
Genç biraz olsun rahatladığını hissetti. O an Peygamber Efendimiz`in Yemen`e gönderdiği Muaz`a veda anında söyledikleri geldi aklına. Muaz`ı gözyaşlarına boğan o muhteşem anları ilk okuduğunda not defterine şunları yazmıştı:
“Takvâ, sevenlerin son durağıdır. Bu dünyada onları ancak bu durak teskin edebilir. O durağa erdirmeyen her sevgi yalan, o durağı vaat etmeyen her âşık yalancıdır. Sonu takvâya eriştiren her muhabbette bir sonsuzluk esintisi gelir serinletir kalbimizi. Ama sonu karanlığa çıkan sevgiler, en olmadık zamanda sıkar içimizde bir yeri…”
Hakîm susuyordu. O sustuğu zaman sonsuzluk orkestrasının hüzün makamından çalmaya başladığını düşünürdü. Yine kaybolup gitmek üzereydi ki Hakîm`in sesi sessizliği susturdu:
- Şer-i Şerif`in neye uyup neden sakınacağın noktasındaki tavsiyeleri sana yeter de artar bile, benden ilave bir şey isteme. Şu kadarını söyleyeyim ki ne sevgin ne de nefretin haddi aşmasın!
Hemen aklına o hadis geldi: “Dostunu severken ölçülü sev, günün birinde düşmanın olabilir. Düşmanına da buğzunu ölçülü yap, günün birinde dostun olabilir.”
- Sevgiyi hissettiğin anda oraya iki tohum düşüyor. Birisi Hakka uzanan bir ağacın tohumu diğeri de cehennem çukurlarına kök salmış zakkum tohumu. İkisi beraber büyüyor. Allah için sevmek, kötü tohumu doğmadan ezmek demek. Sevgiden nefsin de payı var. O pay saptırabilir. Buğz da öyle… Ama buğzuyla imtihan olan azdır, o biraz yiğit işi…
Son cümleyi çok anlamamıştı ama Hakîm`in gözlüklerinin üstünden düşünceli bir edayla bakışı, esas işitmesi gerekenin bu olmadığını ihtar ediyordu:
- Neyi seversen onunla senin aranda bir bağ oluşuyor. Neye sahipsen öyle… Sahip olduğunu benimsiyorsun. Benimsediğini seviyorsun. Sevdiğine bağlanıyorsun. Bağlandığını bir müddet sonra bağlanmadıklarından ayrı bir yere oturtuyorsun. Orası şirkin ve putların esintilerinin hissedildiği bir yerdir. O yüzden hiçbir şeye benim deme! Hiçbir şey senin değil. Hiçbir şeyi sen sevmedin. Sana verdiler, sevdirdiler. Böyle görürsen değersiz malın kalmaz, ariyetin altın olur. Sevdiğine de sahip olduğuna da pişman olmazsın.
Genç, işiteceklerini işitmişti.
“Adam olana bu sözler kâfidir, artık Fizan`a da gitsem, gidiyor değilim, buradayım, kalbimle, kalp sultanlarının mülkünde -ki orası takvâdır- yaşadığım müddetçe gurbet yok benim için, kurbet var…”
Rahatlamış bir eda ile ne zaman gitme işareti gelecek diye beklemeye başladı.
Hakîm ellerini kaldırmış, gülüyordu:
- Yahu sana, ilave bir şey isteme dedim ama bugün de konuşacağım tuttu. Allah Allah…
Genç meraklandı. Hakîm bir şeyler daha söyleyecekti demek ki. Sevindi.
- Her şeyi yapmak istiyorsun. Önünde kocaman bir ufuk var. Engelleri görmüyorsun bile… Küçük hedefler sana az geliyor. İnsanların küçüklüğü, basitliği seni şaşırtıyor. Sen dünyaya talipsin hâlbuki. Alıp tespih tanesi gibi oynayacaksın onunla. Ya insanlar? Ne kadar da sıradan işlerle uğraşıyorlar, değil mi? Böyle düşünüyorsun. Hele orta yaşın üzerindekiler. Sanki gündelik hayatın içinde kaybolup gitmişler. Onlara ufuklardan bahsettiğinde gözlerine çöküveren boşluk dipsiz bir uçurumdan başka bir şey değil, öyle mi?
Genç bir an Hakîm`in alıp zihnini eline tablet gibi okuduğunu düşündü.
“Bu kadar da açık etmek olmaz ki canım…”
Renk vermemeye çalıştı ama.
- Mesela her gün, fazla değil, 15 dakika erken kalkmak… Hedef mi bu değil mi?
Sustu.
- Hedef mi değil mi kendin anla. Dene bakalım yapabilecek misin? Kolay değil. Kendi iktidar alanlarında muktedir olamayanlara, ne dünya ne de başkaları takdir olunur. Onlar kendi zavallılıklarında heder olur giderler, bu bir. Şu akıp giden nizamın ritmine, ahengine ayak uydurmak, varlıklar silsilesinde yerini bilip, ona göre yaşamak, en büyük iştir, iki. Bunu basitlik olarak algılamak ise basitliğin daniskasıdır, üç.
Genç, not defterine sarılıp işittiklerini yazmaya koyulmuştu. Bu arada Hakîm ayağa kalktı, kapıya doğru ilerlemeye başladı. Demek, gitme zamanı gelmişti.
Hakîm konuşurken, o da arkasından yetişmeye çalışıyordu:
- Muavvizeteyni çok oku. Felak ile Nas Surelerini yani… Felak`ın Rabbi`ne sığın hep. Seni nefsinin ve başkalarının karanlığından kendi hakikatinin aydınlığına çıkarsın. Hislerine fazla güvenme. Nereden geldiklerini, nereye yöneldiklerini bilmiyorsun; ama ölçüleri biliyorsun. O yüzden ölçüler, ölçüler, ölçüler…
Hakîm, tam kitaplığın önünden geçerken bir an durdu. Döndü, Genç`e gülümseyerek baktı:
- Dur sana bir tefeül yapayım çıkmadan…
İçerisinde sıradan kitapların olmadığı kitaplığına elini attı, sıradan bir kitabı çekti, aldı. Kapağına baktı, dönüp tekrar gülümsedi Genç`e, “bismillah” dedi, açtı ve gözüne ilk çarpan yeri okudu:
- Gezen er bulur, oturan er olur…
Azı dişleri görünecek şekilde güldü:
- Bugün bayağı açıkmış nasibin, hadi selametle git, dedi.
Genç de çıkarken gülümsüyordu, ama çok değil bir iki dakika içinde yüreğinin mengeneye alınmış gibi sıkıldığını hissetti. İşte “hep benle olsa” diye ümit ettiği hüzün çıkıp gelmişti. Niyesini düşünemedi bile. Yüzüne bej rengi bir asalet oturdu. Gülüşü dondu, içinde bir şeyler ezilmeye başladı. Kalbinin tam orta yerinden bir ifade koptu geldi diline oturdu:
“Hüzün geldi mi sır göğe doğru çevrilir, o zaman gök gıdamız inişe geçmiştir işte.”
Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.