Çaylak
Ben en çok Kurşunlu’yu sevdim. Saklanmıştı. Önce hırıltısını duydum. Güçlü ama sakinleştirici bir sesi vardı. Ağaçlar dallarını yalvaran eller gibi gökyüzüne, köklerini de suya uzatmıştı. Brezilya’dan gelmiş iki misafir kondu omuzlarıma, rengarenk tüyleri değdi yüzüme. Kim demiş renkli papağanlar konuşmaz diye? Kafamı gagalarken hatırımı bile sordu mavi olan “Nasılsın çaylak?”
Üstüne oturduğum sütun başlığı soğuk. Kemerler arasından süzülen ışık beni kör ettiğinde geçmişe döndü kent. Antoninler Çeşmesi’nden akan suya uzandı köleler, dev heykeller avluyu seyretti, kütüphaneden taşan sayfa hışırtıları, bir haykırış, anlamadığım cümleler, sepetler dolusu meyve, küplerden sızan şarap, elimi yalayan kedinin sıcak dili. Ve en garibi bulut güneşi örttüğünde yıkıntılara şaşıp kalmam. Kedinin parmaklarımda bıraktığı sıcaklıkla yalnızım. Antik kentler yaşayanların değil, gezginlerin ve ölülerin olmaya mahkum. Ve bu sefer ben uzanıyorum iki bin yıldır haykıran çeşmeye. Dağdan gelen su parmaklarımı dondurup içimi titretiyor ama tadı daha önce tattığım sulardan daha şekerli. Dağın şerbeti akan.
Sagalassos, adını tarihe İskender ve ordusundan geçiş parası istediğinde yazdı. Şehrin iki ucundan yükselen kulelerin kaidesinde dans etti mermerden periler. Kütüphane’nin kapısı doğuya açıldı ışığı içeri alıp kitapları nemden korumak için. Bir statüydü kütüphane sahibi olmak, belki de şehrin sadece yüzde ikisi okuma yazma biliyordu. Parşömenin, derinin kokusu sindi duvarlara. Tiyatrodan ve gösterişli tapınaktan daha çekiciydi kütüphane. Sayfaların arasına sıkışmış hayatlarla doluydu.
Ahşap oymalı eski Burdur evleri depremlerle yok olmuş, kalan birkaç tanesi Ulu Cami’nin yakınında. Müzede antik kentten getirilmiş eserler. Tanrı’lar sıra sıra dizilmiş spot ışıklar altına. Nemesis öç almak için hazır, Asklepios’un kafası kayıp, Dionysos yine sarhoş.
Antalya’ya giderken yollar yemyeşildi. Derler ki “Bu şehre kuru bir dal dik, meyve verir.” Karaca Ören Barajı’nda alabalık çiftlikleri. Dağlardan inen su, hayat ve bereket getirmiş bu topraklara. Mağaradaki göletler yer altına sızdığından beri İnsuyu ıssız, gözlemeci kapalı, tozlu bir gazoz şişesi unutulmuş muşamba örtülü masada. Kapının pervazına sığınmış aç bir kedi. Parkta sadece sonbahar yaprakları.
Antalya’yı aralık ayında çok sevdim, güneş yakıcı ışıklarını yumuşatıp annemin kucağı gibi ısıttı beni. Falezlere çarptı dalgalar. Su köpürdüğünde yumuşak görüntüsüne kananların canı yandı. Konyaaltı Plajı birkaç deniz tutkununa ve sahipsiz köpeklere kaldığında soğuk çakıl taşlarına oturdum, ayaklarıma değdi Akdeniz. Ben ona yaklaşmadan o geldi peşim sıra, yavaş, usulca ve belli etmeden; bir anda sarıldı bacaklarıma.
Dimdik, nurlu, eksik, yivli bir minare. Antalya’nın simgesi, Alaattin Keykubat’ın hediyesi. Selçuklu mimarları tevazudan mı yoksa sultana duyulan hürmetten mi bilinmez hep isimlerini sakladı. Ne bir kitabe koydular kendi adlarına ne de bir işaret. Binalar insandan daha kolay irtidat* eder. Minare yükselirken mihrap eklendi kilisenin içine, kilimler yayıldı. Medreseyle neşelendi külliye.
Keyhüsrev ve Alâeddin Keykubat denize açılmak için indi Attaleia kentine ve halkın dini yaşantısına karışmadan, hoşgörüyle sur içinde kendine bir mahalle kurdu. Tersaneler yapıldı. Hiçbir zaman devlet merkezi olmasa da asiller için sayfiye yeriydi surlarla çevrili kent. Kervansaraylar üç gün bedavaydı yolculara. Gemilerden inen baharat, ipek, zeytinyağı Anadolu’ya taşındı.
Suriçi’ndeki evler zamanla ne kadar değişime uğrarsa uğrasın kişiliğini korumuştu. Cumbalardan sarkan çiçeklerin gölgesi taş yollara düştü. Sokakları süsleyen ağaçlardan mis kokulu bir turunç düştü başıma. Medresede zencefil ve karanfilli şerbetimi yudumlayıp Tekeli Mehmet Paşa Camisi’nde kıldım namazımı. Üç kapılar diye anılan Hadrian kapısına dokundum. Bu anıt yüzlerce yıl evvelin hayal kırıklığıydı. Kent yola çıkan Roma imparatorunu bekleyedursun Hadrianus yönünü Perge’ye çevirdiğinde solmuştu alkışlar. Olmayan kadife pelerinim zedelenmesin diye yavaşça geçtim kemerlerin altından ve Perge’ye doğru kim bilir kaç beygirin çektiği arabama binmeden son defa selam verdim Antalya’ya.
Düden, Manavgat ve Kurşunlu’yu sorarsanız ben en çok Kurşunlu’yu sevdim. Saklanmıştı. Önce hırıltısını duydum. Güçlü ama sakinleştirici bir sesi vardı. Ağaçlar dallarını yalvaran eller gibi gökyüzüne, köklerini de suya uzatmıştı. Brezilya’dan gelmiş iki misafir kondu omuzlarıma, rengarenk tüyleri değdi yüzüme. Kim demiş renkli papağanlar konuşmaz diye? Kafamı gagalarken hatırımı bile sordu mavi olan “Nasılsın çaylak?”
* Din değiştirmek
Hande Berra'ın Yazısı.