Her Yerin Bir Eri Var
Bir yere ait olmak, o yerin hikâyesinden hisse almak demektir. Bir yere ait olmak, o yerin devranına, seyrine, erlerine aşina olmak demektir.
Her memleketin kendine göre hikâyesi var. O hikâye cümle girişleri, gelişmeleri ve sonuçları kapsar. Herkese yetecek kadar dersi bulunur, kimse hissesiz kalmaz.
Her memleketin kendine göre bir devranı var. O devranda sanki kâinat döner, durur. Orada doğan, yaşayan ve ölen, her şeyi görür, her şeyi bilir ve her şeyi yaşar. Her şey de onu bilir, her şey de onu tecrübe eder, her şey de onu yaşar.
Her memleketin kendine göre seyri var. O seyirde hiçbir şey geride kalmaz. O seyre takılıp giden hayreti de tadar, ibreti de, hikmeti de… Dünya kopup gitse, geride bir şey kalmasa yine oradan kurulabilir. O kadar kendine yeter ve o kadar kendinden olana yeter.
Her memleketin kendine göre erleri var. O erler, memleketi memleket etmişlerdir; onların varlığı memleketi, memleket denecek kıvamda tutar. Hikâye de, devran da, seyir de onlara aittir. Memlekette bir şeref varsa onlara aittir. İtibar onlarla kaimdir.
Ramazan vakti memlekette hayat ne kadar da yavaş akar. İnsanlarda telaş olmaz. Zamanın zaten, hiç acelesi yoktur. Bir sükûnet, bir sekînet, bir sakinlik… Bu atmosfere giren memleket havası almış sayılır mı? Sayılmamalı. İlla ki bir de hikâye dinlemeli ve hissesini devşirmeli. Memleketin devranına başka türlü girilmez çünkü. Memleketin seyri başka türlü anlaşılmaz.
Geçtiğimiz ramazan, devranın, seyrin ve ibretin püfür püfür estiği bir memleket hikâyesi nasip oldu. Muhterem pederimizden. İşitmekle kalmadık, memleketi hissettik, devrana girdik, seyri seyrettik; er tanıdık.
Eski zaman. Ramazan vakti. Şehrin merkezindeki bilmem kaç yüzyıllık çınar. Adı gavlağın ağacı. İftar saati yakın. Sanki herkes orada. Kendiliğinden oluşmuş bir cemaat. Sen de gırgır şamata, ben diyeyim muhabbet meclisi. Ortaya düşenin vay haline. Müezzin “Allahü Ekber” diyene kadar burası böyle.
Yolun altında bir fırın var. Arap Hoca namıyla bir er, iftarlık pidesini almış, evine doğru gider. Yol üzeri gavlağın ağacı. Bir an tereddüt eder: Bu muhabbet ortamını yarıp da nasıl geçer? Üzerinde görene öteleri hatırlatan o heybet, çare yok, ilerler.
Gavlağın ağacı ve üzerindeki kuşlar da dâhil herkes bir erin geldiğini hisseder. Başlar gayrı ihtiyari o yana döner. Eh haklılarmış; zira gelen bir muhterem hocadır ki herkes sever. Bir sükûnet kaplar ortalığı. Muhabbetin merkezindekiler ayağa kalkar. Herkes ayaklanır, hazır ola geçer. Ortadan, kendiliğinden bir yol açılır.
Arap Hoca olacağı tahmin etmiş, tahmin ettiğinin gerçekleştiği göz ucuyla fark etmiş, sakin adımlarla ortama girer. Üzerinde bir sıkıntı hali ki kimse fark etmez. Geçip gitse ve muhabbet devam etse yine kimse bir şey fark etmez. Ama o bir şeyin fark edilmesini ister.
Ani bir hareketle tam merkezdeki çayhaneye yönelir. Altına bir tabure çeker. Herkese bakarak ve herkese işittirerek çaycıya şunu der: “Oğlum, hocana bir çay çek bakalım…” Sonra ekler: “Bir de sigara ver. Varsa senden, yoksa bul bir yerden…”
Çaycı şaşkın, kekeler: “Hocam, oruç…”
Arap Hoca gürler: “Ne karışırsın benim orucuma, çabuk istediklerimi ver…”
O an herkes onu seyreder. O an o da zaten bunu bekler. Herkes seyretsin ve herkes görsün şu anda ne yapar, ne eder?
Çayı afiyetle içer, sigarayı tellendirir, dumanını acemi acemi üfler.
Gavlağın ağacı ve üzerindeki kuşlar da dâhil herkes nefes almadan onu izler. Anlam veremezler, kendisine ihtiram için ayağa kalktıkları bu zat şu anda acaba ne yapar, ne eder?
Çay biter, sigara biter, Hoca ayağa kalkar, üstüne başına bir çekidüzen verir. Bir üstten bakış fırlatır ahaliye ve döner gider.
Dişlerinin arasından çıkan şu sözleri o an kimse işitmez:
“Ah nefis, alçak nefis, şu oruç günü ayağa kalkışlarından aldığın hazzı ben sana yedirmez miyim, seni böyle ayaklar altına almaz mıyım? Hadi tut bakalım şimdi 61`i…”
Bir yere ait olmak, o yerin hikâyesinden hisse almak demektir.
Bir yere ait olmak, o yerin devranına, seyrine, erlerine aşina olmak demektir.
Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.