Akif Vezir

Geçtiğimiz Kurban bayramında insani yardım teşkilatlarının aracılığıyla birçok genç dünyanın dört bir tarafına dağıldı. Seferlerinin hedefi açık ve netti: Dünyanın yardıma muhtaç bölgelerine milletlerinin kurban ikramlarını götüreceklerdi. Götürdüler de… Gittiler, gördüler, şahit oldular, yardım ettiler; kısacası, hudut, sınır tanımadılar.

Her birisinin işi başka. Kimi öğretmen, kimi öğrenci; kimi özel sektörde çalışıyor, kimi ise kendi işinde koşturuyor. Yaşları da farklı. Kimi daha yirmisine varmamış, kimisi ise kırkına merdiven dayamış. Ama hepsi genç.

Genç bunlar; yaptıkları ile değil yapacakları ile yaşıyorlar. Yapıp ede geldikleri kendilerini kandıramamış. Hepsinde yaptıklarının ötesine taşma arzusu var. “Gider misin” denildiğinde hiç düşünmemişler. Gitmeyi, mekân değiştirmekten öte gördükleri söylenebilir. Gitmek, seyir halinde oldukları hızı değiştirmek gibi onlar için. Monotonluktan çıkmak bir anlamda, sıradanlığı bozmak demek. Hayatı renklendirmek ya da...

İçimizde biteviye süren yolculukla, dışımızdaki yolculuk birleşti mi renklenir her şey. İç içe geçer yolculuklar. İçimizde mi dışımızda mı seyir etmekteyiz, bilemeyiz. Bunlar da bunu bilirler. Hissederler ya da. O yüzden hep gitmeleri gerektiğini düşünürler. Sürekli bir yerlere gitmelidirler. Sürekli seyir halinde olmalıdırlar.

Evet, hep gitmelidirler onlar ama gidişleri sıradan, tekdüze ve heyecansız olmamalıdır. Sadece gezmek, görmek onları kesmez mesela. Seferlerinin, içlerinde büyüttükleri mesafeleri kısaltan bir tarafı da olmalıdır. Kendi içlerindeki yolculukları bütünleyen bir aşkın taraf olmasa, gitmenin gelmenin ne kıymeti olabilir ki? Böyle bir aşkın hedef olmasa yaşamanın ne anlamı olabilir ki? Hayat, imandan sonra bu aşkınlık için yaşamaktan başka nedir ki?

Sonra seferlerin dünyaya temas eden bir tarafı da olmalıdır. Güncel, yaşanan, acı, dram, mazlum, artık ne derseniz, bu gençlerin seferleri bunlardan bağımsız olmamalıdır. Çünkü yaşanan, şahit olunan içlerinde akıp gidenle irtibatlıdır. Ondan bağımsız yaşanamaz. Bilinmeli, takip edilmeli, izlenmeli ve yeri geldiğinde müdahale edilmelidir. Sefer, bir müdahale imkânı doğurabildiği/verebildiği ölçüde değerlidir o yüzden. Seferilik, müdahil olabilmek demektir. Ruhsat sahibi olmak demektir, dokunabilmek, değiştirebilmek ve fark meydana getirebilmek…

Seferin bir de macera, serüven boyutu olmalıdır tabii. Adrenalini yüksek işlerin adamıdırlar onlar. Heyecanı severler. Yaptıkları işler kanlarını kaynatmalı, içlerinde kelebekler uçuşturmalıdır. Böyle olunca sefer, dünyanın hangi bölgesi olursa olsun, giderler. Ataları gibi, sormadan, anlamadan, çok da araştırmadan gider, görür, yapacaklarını yapar ve dönerler. Dönüşleri de sıradan olmaz onların. Birer Fatih edası takınmasalar olmaz. Bu kalıcı değildir ama. Bir müddet sonra yine yerlerinde duramayacaklardır. Yine gitmek isteyeceklerdir, yine adrenalinleri yükselsin, yine bilinmedik yerleri keşfetsinler, içlerindeki bilinmedik yerlerin keşfi için bunu yapsınlar isteyeceklerdir. Bu yüzden döndükçe yeni bir sefere daha çıkmalıdırlar. Her sefer dönüşü yeni bir seferin rüyasını görmelidirler. Yeniden gitmeli, yeniden dönmelidirler, çünkü ruhları Yunus gibi “Benim bunda kararım yok/Ben yine gitmeye geldim” diye çalıp söylemektedir, bilemezler. Böyle yaşamalıdırlar, zira bu onların genlerinde vardır.

Geçtiğimiz Kurban bayramında insani yardım teşkilatlarının aracılığıyla birçok genç dünyanın dört bir tarafına dağıldı. Seferlerinin hedefi açık ve netti: Dünyanın yardıma muhtaç bölgelerine milletlerinin kurban ikramlarını götüreceklerdi. Götürdüler de… Gittiler, gördüler, şahit oldular, yardım ettiler; kısacası, hudut, sınır tanımadılar. Çünkü yaptıkları hedeflerini aşmıştı.

IBS, IHH, Deniz Feneri, Cansuyu, Kimse Yok mu gibi insani yardım teşkilatları öncülüğünde küresel bir sefere çıkan gençler bu Kurban Bayramı’nda gittikleri yerlere sadece yardım götürmekle kalmadılar bir büyük medeniyetin taşıyıcıları oldular. Bunu fark etmeleri ya da etmemeleri çok da önemli değildi aslında. Yüzyıllarca Allah’ın dinine yardım ettiği için ilahi yardıma mazhar olmuş ve Anadolu topraklarında ayakları sabit kılınmış bir ecdadın evlatlarıydılar onlar. Yardım, asalet ve irfan genlerinde vardı onların. Sonra seferleri mübarek seferler katarındandı. Çünkü ellerine tutuşturulan yardımlar dualı, gözü yaşlı yardımlardı. Gittikleri yerlerde kalkışları, oturuşları, bakışları, görüşleri, konuşmaları ve hareketleri ile hemen fark edilişleri belki de bundandı. Onların ellerine verip yardımları selametle uğurlayanların ağzı dualı olmasındandı belki de… Belki de şundan: Değil mi ki onlar almaya değil vermeye gelmişlerdi; sadece duyguyla değil akılla da gelmişlerdi. Gözlerinde yaş da vardı, zekâ pırıltısı da… Yüzlerinde tebessüm de vardı, inancın aydınlığı da… Şundan ya da bundan, her nedense gittikleri yerlerde birer kıvılcım olmuşlardı. Öyle de olmalıydı, çünkü seferleri sıradan seferler gibi değildi. Bir zamanlar dünyaya adaleti, hikmeti ve özgürlüğü taşıyan seferlerin akrabasıydı bu seferler. Bir zamanlar dünyaya adaleti, hikmeti ve özgürlüğü taşıyan neferler gibi olmak için yerinde duramayan, sınır tanımayan gençlerdi bunlar.

Birkaç zamandır kurban ve diğer insani yardım vesileleri ile özü genç, sözü genç, yüreği gençler, dünyanın dört bir tarafına akınlar düzenliyorlar. Çok zamandır unuttuğumuz bir şarkının güftelerini yeniden hatırlamaya başladık. Bizi biz yapanın hep dışarı taşmak, hep öteye gitmek, kızıl elmaya doğru sürekli, biteviye bir koşu tutturmak ve bunu son nefese kadar hiç ihmal etmemek olduğunu yeniden anlamaya başladık. Keşfediyoruz özümüzü ve sırrımızı. İnsani yardım teşkilatları bu süreçte önemli roller oynuyorlar. Temennimizin bunun devam etmesi, kazalara ve kısır çekişmelere kurban gitmemesi.


Avrupa Bir Zulüm Medeniyeti

Yasir Düzcan (Kongo)

Sömürge devleti Belçika`nın Kongo`da yaptığı zulümler dehşet verici. Önce soykırım harekatına girişiyorlar, Kongo`nun 20-25 milyonluk nüfusu bir anda 9-10 milyona düşüyor. Geriye kalanların da kolları ve bacakları kesiliyor, isyan etmeye kalkışmasınlar diye. Hamile kadınları dağın eteklerinde topluyorlar ve aralarından birini seçerek mancınıkla kayalara fırlatıyorlar. Kadının paramparça olan vücudunu gören diğer hamile kadınlar korku ve dehşete kapılıyor. Kimileri sinir krizleri geçiriyor, kimileri düşük yapıyor. Belçikalıların bu caniliği yapmalarındaki amaç, doğacak olan çocuklarda korkuyu yerleştirmekmiş. Böylece daha kolay güç kuracaklar Kongo`da. Aynı sebepten eğitim İlkokul 3. sınıfa kadar veriliyormuş. Ondan sonra okumak yasakmış. 1960`lı yıllarda Lumumba adlı bir vatansever Kongo`dan beyazları kovmuş ve Kongo`nun bağımsızlığını ilan etmiş. Lumumba, bize denilene göre Kongo`da iyi eğitim alan 3-5 kişiden biriymiş. Aradan bir yıl geçmiş geçmemiş, Belçikalılar içeriden Mobutu isimli bir generalle işbirliği yaparak Lumumba`yı devirmişler. Adamı şehrin yakınlarında kimyasal maddeler üreten bir fabrikaya doğru sürüklerlerken gözüne yüzüne vurup akıl almaz işkenceler yapmışlar. Daha sonra fabrikada adamı kaynar asit dolu bir kazana atıp eritmişler. Gözü dönmüş Belçika devletinin para için yaptığı bu zulümler bize Avrupa`nın günahlar üstüne yükselen sahte bir medeniyet olduğunu göstermiyor mu?


Siz Türkler Hep Aynısınız

Mehmet Lütfi Arslan (Gine)

Yolda bir DHL açık hava reklâmı görüyorum. Afrika’nın yeşilliklerinin ortasına Eyfel Kulesi’ni kondurmuşlar. Tabir şöyle: Afrika’daki Avrupa. Eyfel’i gelip dikememişler zannetmeyin, kişiliklerin ortasında devasa Eyfeller yükseliyor. Sömürgeciliğin on yıllar boyu süren ve kültürel genleri mutasyona uğratma çabasındaki utanç verici baskısının etkisi bu. Ama her şeye rağmen burasının halkı yiğit bir halk. Aynen büyük imamları Samori Tore gibi yiğit… Samori Tore, Fransızlara karşı devleti teslim olsa da teslim olmayan ve Gine’nin bağımsızlığı için mücadele eden şanlı bir din adamı. Kendisi bağımsızlığı görememiş, ama direnişi ailesine miras kalmış; torunu Gine’nin bağımsızlığını getiren ilk devlet başkanı. Önleri açık bu yiğit insanların. Ama uzun ve ince bir yol önlerindeki...

Kadınlara Kur’an öğretilen bir mahalle kursunu ziyaret ediyoruz. Bir hanım kalkıp Avrupa`da yaşayan çocuklarından bahsetmeye başlıyor: "Soruyorum onlara, beyazlardan sizinle ilgilenen var mı diye? Bana `Türkler var anne, Türkler bizimle ilgileniyorlar` diyorlar. Biliyorum ki sizin buraya gelişiniz boşuna değil, sizler yardımsever, merhametli insanlarsınız, insanlara her yerde yardım etmeyi seviyorsunuz" diyor. Anlatırken gözyaşlarını tutamıyor. Hisleniyoruz. Hep beraber tekbir getiriyoruz.

İkindi namazını şehrin merkezinde bir camide kılıyoruz. Çıkışta Kur’an okuyan birisinin yanına ilişiyorum. Çıkarıyor bana da bir Kur’an veriyor. Bir sayfa kadar okuyorum, geri alırken “Nerelisiniz” diye soruyor. Kur’an’ın ilk sayfasını açıp “Resmi Osmani” yazısını gösteriyorum ve ekliyorum: “Biz Osmanlıyız…” Öyle ya, Hafız Osman hattı Kur’an’dan daha iyi kimliğim mi var ki benim?


Halife’nin Gemisine Dokunarak Biat

Asım Gültekin (Sri Lanka)

Kurban kesimi ve dağıtımı yapılan bölgelerde Müslümanların güzel bir şekilde bir araya geldiğini gördük. Bayram namazını kıldığımız camide gençler ağırlıktaydı. İmam uzun ve canlı bir hutbe okudu. Hutbe sonrası birbirleri ile çok tatlı bir şekilde musahafa yapıyorlardı. Bizimle de musahafa yaptılar, kucaklaştılar. Sarılırken sımsıkı sarılıyorlardı. Kimbilir belki de yüzde sekiz olmanın verdiği bir birbirine tutunma halidir bu. Onlar için İslam kıymetli.

Kandy Sinhala Krallığının başkenti imiş. İngiliz sömürüsünün izleri var kentte. Muhteşem güzel bir şehir Kandy. Güzel bir gölü var şehrin ortasında. Kandy’de camilerde halı olmadığını görmüş olduk. Yani sadece Budistler değil Müslümanlar da çıplak ayakla giriyorlar ibadethanelerine. Tamam, bizde de çıplak ayakla girilir ama halı vardır camilerde. Bir de tuvaletlerde kapı yok. Anladığımız kadarıyla sadece bir tanesine kapı takıyorlar. Onu da muhtemelen sonradan takıyorlar. Garip bir gelenek. Çin’de filan kapı olmadığını bilirdim ama Müslümanlar arasında olmaması şaşırttı beni. Cemaati İslami’den yetkililer ile konuşurken bize dedelerinin anlattığı bir olaydan bahsetti Dış İlişkiler Başkanı Hanis Bey. Abdülhamit zamanında Sri Lanka’ya (O zamanlar ülkenin adı Seylan) İstanbul’dan gemi geldiğinde tüm Müslümanlar iskeleye akın akın gidip gemiye elleyerek halifeye biatlerini bildiriyorlar sonra da sevinçle evlerine dönüyorlarmış. Dönemin İngiliz sömürge valisi bu durumdan çok tedirgin olmuş, “Abdülhamit’in bu İslamcı siyaseti devam ederse buraları tamamen kaybederiz” demiş.


Osmanlılar Aramızda İşte

İsmail Günday (Etiyopya) 

Namaz kılmak için gittiğimiz yer insan kaynıyordu adeta. Burada bayram namazı her camide ayrı ayrı kılınmıyor. Ayrıca sadece erkekler değil bayanlar ve çocuklar da bayram namazını kılıyor. Yani bayram coşkusunu erkek, bayan, çocuk, yaşlı hep birlikte yaşıyorlar. Biz daha arabadan inemeden bir hareketlilik oldu alanda. Önce okul çocukları karşıladı bizi. Marş ve ilahiler söyleyerek arabamızın etrafında dönmeye başladılar hocalarıyla birlikte. Biz böyle bir şeyi beklemediğimizden olsa gerek önce çok şaşırıyoruz. Ama sonrasında göz pınarlarımız açılıveriyor bu manzara karşısında.

Hayret dolu bakışlar altında iniyoruz arabadan. Yabancı ve beyaz tenli olduğumuzdan tüm dikkatler bizim üzerimizde. Burada Dini Bayram, Resmi Bayram ayrımı yok. O yüzden de bayram hazırlıklarını tamamlamış olan okul çocukları ve öğretmenler konuşmalar yapıyorlar, şiirler seslendiriyorlar ve ezberledikleri sûreleri okuyorlar. Yani bayramı tam anlamıyla yaşıyorlar. Bu arada yanımızda getirdiğimiz Türk Bayrağı`nı alıyorlar ve müsait bir yere asıyorlar. Yurdumuzdan uzakta bir yerlerde vatanımızın simgesini görmek çok duygulandırıyor bizi. Ağlıyoruz.

Ve hutbe okunmaya başlıyor. İmam önce Emevi ve Abbasi’lerden bahsediyor. Ardından Osmanlı’yı anlatıyor. Tercümanımızın bile anlamakta zorlandığı bir kabile diliyle irat ediyor hutbeyi. O yüzden biz bir şey anlamıyoruz. Ama imam bir süre sonra Osmanlı’yı anlatırken gözyaşlarına boğuluyor ve devam edemeyeceğini anlayarak hutbeyi yarıda kesiyor. Sonradan öğreniyoruz ki imam hutbede Osmanlı’nın kendilerine olan hizmetlerinden, dünyanın neresinde olursa olsun sıkıntıdaki bir Müslüman’ın derdiyle dertlenmesinden, Osmanlı Devleti`nin varlığına güvenerek nasıl rahatlıkla uyuyabildiklerinden bahsetmiş uzun uzun. Ve bizi de ağlatan ifadeler, imamı sözlerini bitiremeyecek kadar etkileyen sözler: “Sizlere söylemiyor muydum onlar geliyor demiyor muydum. İşte bakın geldiler, aramızdalar işte!”


Hejario’dan İsmail’e

Mustafa Emin Büyükcoşkun (Brezilya)

İHH İnsani Yardım Vakfı’nın Kurban 2007 kampanyası için kameraman olarak Brezilya’ya gideceğimi söylediğimde inandıramamıştım kimseyi. Öyle ya mankenleri, futbolcuları ve karnavalıyla meşhur (edilen) bir ülkede ne arasın Müslüman? Ama öyle değil tabii ki. Brezilya’daki Müslümanların hikayesi bundan yaklaşık iki asır önce sömürgecilerin siyahileri Afrika’nın bağrından koparıp Amerika’ya taşımalarıyla başlıyor. Sömürgecilerin kurduğu şeker kamışı ve kahve plantasyonlarında çalıştırılan bu köleler 1835’te hezimetle sonuçlanan bir isyandan sonra dinlerini ve kimliklerini de gizlemek zorunda kalıyorlar. Ülkede beyazlar arasında İslam’ın yayılması ise 1950’li yıllarda başlıyor. Son olarak 11 Eylül de Brezilya’da İslam’a olan ilgiyi olumlu yönde arttırmış. Brezilya’dan geriye anlatılacak pek çok hikâye kaldı aslında ama bize en sıcak geleni İsmail’inkiydi:

Hejario Gonzales 19 yaşında bir kickbox dövüşçüsü. Evanjelik kilisesinde zangoçken Müslüman olan amcası vesilesiyle hidayete ermiş. Kurban dağıtımı esnasında tanıştığımızda bizden bir ricası oldu Hejario’nun. Müslüman olduktan sonra çevresi sebebiyle bir isim almamış, bizden ricası ona bir İslam ismi vermemizdi. Bir Kurban gününde konabilecek en anlamlı adın İsmail olacağını düşünerek bu adı verdik Hejario’ya. Tekbirler eşliğinde ezanla kulağına ismini okurken sevinci gözlerinden okunmaktaydı.


Zimbabve`de Toplu Şehadet

Ahmed Emin (Zimbabve)

Güney Afrika ülkelerinden Zimbabve’de İHH İnsani Yardım Vakfı olarak gerçekleştirdiğimiz ilk Kurban organizasyonu aynı zamanda Zimbabve’nin tarihinde de bir ilk. İHH, Zimbabve’nin 10’a yakın bölgesinde kurban kesti. Zimbabveliler, bu organizasyon karşısında çok şaşırmışlardı. İki beyaz adam geliyor, onlardan ineklerini satın alıyor, parasını ödüyor, kestikten sonra da her şeyiyle onlara dağıtıyordu. Bu Zimbabveliler için inanılması çok güç bir durumdu. Çünkü buradaki halk beyaz adama hiç güvenmiyordu. Daha önce yaşadığı acı tecrübelerini tekrar yaşamak istemiyordu. Şu anda ülkeye uluslararası yardım organizasyonları ve CNN, BBC gibi kuruluşlar başta olmak üzere haber kanallarının girmesi yasak. Çünkü bu yardım kuruluşları ve haber kanalları ülkede karışıklıkların temel müsebbibi olarak görülüyor.

Kurban kesilen bölgelerden birinde altı kabile şefi bir arada iken şeflerden biri program hakkında bilgi isteyerek İ.H.H görevlilerinin Hintli olup olmadığını soruyor. Türk olduklarını öğrendiklerinde şaşırıyorlar. Afrika kıtasının diğer bölgelerinde olduğu gibi Zimbabve’de de İslam, bir Hint dini olarak görülüyor. Bunun üzerine görevli arkadaş şeflere 15 dakikalık bir bilgilendirmede bulunuyor. Genel hatlarıyla İslam dininden, insanlara yaklaşımından ve bu Kurban organizasyonunun anlamından bahsediyorlar. Oradaki halkın ve kabile şeflerinin anlatılanları dikkatle ve heyecanla dinledikleri görülünce İslam’a davet ediliyorlar, sorular ve cevaplar başlıyor, zaman uzuyor, düşünüp aralarında meseleyi görüşmek için bir müddet izin istiyorlar. Bu arada kurban kesim ve dağıtımları bir yandan devam ediyor. Dünyanın bir ucundan birçoğunun adını ilk kez duyduğu ülkeden insanların gelip buralarda kurban dağıtması ilgi ve hayret uyandırıyor. Kabile şefleri bir müddet sonra İslam’a davetlerini kabul ettiklerini söyleyerek Müslüman oluyorlar. O zaman, “Şimdi biz kardeş olduk!” diyerek sevinçle kucaklaşıyorlar… Türkiye’deki Müslümanlara bu olayı anlatmalarını istiyorlar. Şeflerden en genç olanı sükûneti sağladıktan sonra halka da İslamı anlatmalarını istiyor ve topluca Müslümanlığı kabul ediyorlar.

Türkiyeli Müslümanların gönderdiği kurbanlar ile düzenlediği kurban organizasyonunun son gününde 800’e yakın Zimbabveli toplu halde şahadet getirerek İslam’la şereflendi.


Beyaz Müslüman Şaşkınlığı

Sami Bayraktar (Malavi) 

İHH’nın Malavi’de üçüncü yılı. Bu yıl 1000 kurban kesildi. Kesim tamamen köylerde yapıldı ve kurbanlar buralarda dağıtıldı. Malavi’nin Müslüman köylüleri için söylenecek iki şey var: İlk kez beyaz Müslüman gördüler ve beyaz Müslümanları görünce çok sevindiler! Müslüman köylülerle tanışınca onları ne kadar yalnız bıraktığımızı fark ettik. Yüzlerindeki şaşkınlıkla karışık sevinç ifadesi, “Bu zamana kadar neredeydiniz” anlamına geliyordu. Dağıtılan bir parça et onlar için kuşkusuz çok önemli. Hayatında hiç et yememiş olanlar çoğunlukta. Ancak bu buluşmanın asıl maksadı onlara et yedirmek değil. Kurbanın binlerce kilometre mesafeye rağmen sağladığı yakınlık ve kardeşlik duygusu… İşte asıl özlenen tablo bu! Etrafımızı saran yalın ayak, çelimsiz, hastalıktan karnı şişmiş çocuklar, siyah yüzlerine kondurulmuş zeytin karası gözlerindeki ışıltı ile ayıbımızı yüzümüze yansıtır gibiydi!


30 Bin Kişiye Sadece Bir Doktor

Osman Atalay (Burkina Faso)

Burkina Faso’da ortalama insan ömrünün sadece 46 yıl olduğunu öğreniyoruz. O zaman kendi kendime, “Bu şartlar altında bu süre çok bile…” diyorum. Bu sağlıksız koşullara rağmen ülkedeki doktor sayısının yok denecek kadar az olması; ülkede sadece bir üniversitenin ve sadece bir hastanenin bulunması, durumu hepten vahim bir hale sokuyor. Ülkenin kimi bölgelerinde 30 bin kişiye sadece bir doktor düşüyor…


Siyahi Psikolojisini Anlamak

Recai Yahyaoğlu (Güney Afrika Cumhuriyeti)

Güney Afrika Cumhuriyeti`nde yakın tarihe kadar yapılmış iç savaşlar ve bu olaylarda rol almış önde gelen zenci liderlerin tanıtıldığı bir müzeye gittik. Mandela’nın yol arkadaşlarının tanıtımı yapılıyor. Uzun yıllar boyunca devam etmiş adeta iç savaş görüntülerine benzer görüntüler müzede dev ekranlarda ziyaretçilerin izlemelerine sunuluyor. Ayrıca müzede bağımsızlık mücadelesinde yapılmış uygulamalar, bu mücadelede karşılaşılan ve dev panzere benzeyen camları tel örgülü bir araç, taşlar, silahlar ve değişik savaş aletlerinin sergilendiğini görebiliyorsunuz. Müzenin farklı girişleri var ve bu girişlerin anlamları buralarda sergilenmekte olan resimlerle anılıyor. Ufak bölümlerde ve geniş salonlarda irili ufaklı binlerce resim var. Bu resimlerden darağaçlı olanı dikkatlerden kaçmıyor. Yağlı bir ip ve bu ipin zencilerin boyunlarına takılarak onların öldürüldükleri yerlerin fotoğrafları sergileniyor. Müzede çalışan genç görevli fotoğraf çekmenin yasak olduğunu söylüyor fakat buradaki resimlerin bu kapsamın dışında olduğunu belirtiyor. Gizli kalmış ve içlerinde kendilerini öğüten ve her an rahatsız eden ciddi bir nefretleri hala bulunuyor. Siyahlarkendilerine yapılanların öcünü alamadıklarını hissediyorlar. Davranışlarında bu durum gizliden gizliye kendisini ele veriyor. Her göz belki fark etmiyor ama dikkatli gözler ve onların ruh dünyalarının analiz edilmesinden sonra bu durum açıkça ortaya çıkıyor…

İnsan bu müzede dolaşırken adeta beyaz olduğundan utanıyor. Yapılan zalimce uygulamaların bu insanların ve çocuklarının zihinlerinden tam olarak temizlenmesinin ne kadar zor olduğunu kavrıyorsunuz. Aynı zamanda zenci psikolojisinin neden bu kadar baskılanmış ve güven bunalımı yaşıyor olmasını da...


GENÇ'ın Yazısı.