İdrâk ve Şuur Hastalığı
“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazap gerektiren bir iştir.” (Saf Sûresi, 2-3)
Hastalık, bulunduğu uzvu rahatsız eden, onun vazifesini gereği gibi icrâ etmesini engelleyen bir bozulmadır. Gözün hastalanması görmeyi, kulağın hastalanması işitmeyi, dilin hastalanması konuşmayı etkilediği gibi insanın idrâk ve şuur hastalığı da doğru düşünmeyi, hayat ve hâdiseleri doğru değerlendirmeyi etkiler. İdrâk ve şuuru bozan daha başka hastalıklar olsa da en ciddi hastalıklardan birisi, “ikiyüzlülük” diye ifade edebileceğimiz “nifak” hastalığıdır. Yani menfaat ya da korku saikıyla olduğu gibi görünememe hastalığı.
Kur’ân-ı Kerim bu hastalığı, insanın öz benliğini bozan bir hastalık olarak takdim eder. Bu hastalık sahiplerinde hayat ve hâdiseleri doğru değerlendirememe bozuklukları ortaya çıkar. Bozgunculuk yaparlar ve fakat yaptıklarının insanlığın menfaatine ve maslahatına bir hizmet olduğu düşüncesindedirler. Yüce Yaratıcının böyleleri hakkındaki hükmü, onların “Beyinsizler takımı (süfehâ)” olduklarıdır.1
Bu hastalığı oluşturan, artıran, müzminleştiren ve kalıcı hâle getiren virüs ise “yalan ve sözde durmama” virüsüdür. Rabbimizin Kur’ân-ı Kerim’de dikkat çektiği en ciddi hastalıkların başında bu iki şahsiyet zaafı gelir.
Münafıklık, bu iki hastalıkla oluşur ve zamanla idrâk ve şuuru yer bitirirler ve en kötüsü de çoğu zaman son nefese kadar kişilikte kalıcıdırlar. Şu âyet-i kerime bu gerçeğe dikkat çeker:
“Allah, kendisine verdikleri sözü tutmamaları ve yalan söylemeyi âdet edinmeleri sebebiyle, kendi huzuruna çıkacakları güne kadar kalıcı bir şekilde, kalplerinin tam ortasına o çirkin nifak hastalığını yerleştirmiştir.” (Tevbe Sûresi, 77)
Bu ilâhî mesajdan anlıyoruz ki “yalan” ve “sözde durmamak”, kişiliğin özünde derin bir yara açıyor ve bu yara âdetâ mahşere kadar iyileşmiyor. Yine insanı öyle çürütüyor ki, onu inkâr seviyesizliğinin bile altına düşürüyor. Yani çukurlaştırıyor. Şu âyet-i kerime de hem bu çukurlaşmayı ve hem de fırsat elde iken kurtulma penceresinin ne olabileceğini beyan ediyor:
“Şüphesiz ki münafıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar. Onlara hiçbir yardımcı da bulamazsın. Ancak tevbe edenler, dürüst ve erdemlice yaşayanlar, Allah’a sımsıkı sarılanlar ve yalnız O’na yürekten inanıp bağlananlar hariç: Zira bunlar müminlerle birlikte olacaklardır ve zamanı geldiğinde Allah bütün müminlere büyük bir mükafat bahşedecektir.” (Nisâ Sûresi, 145-146)
Rahmân ve Rahîm olan Yüce Mevlâ, bu derece hastalığa tutulmuş olmalarına rağmen yine bir fırsat daha sunuyor ve tedavi yolunu gösteriyor: Tevbekâr olmak, ıslâh-ı hâl etmek, Hakk’a sarılmak, samimi bir şekilde O’na ve O’ndan gelene bağlanmak. Aksi hâlde sonuç ortadadır.
Allah Resûlü –sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de insânî özü yiyip bitiren bu virüslere sık sık dikkat çeker:
“…Yalancılık, yoldan çıkmaya (fücûr) sürükler. Fücûr da cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır.” (Buhâri, Edeb 69; Müslim, Birr 103–105.)
“Münafığın alâmeti üçtür: Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünden cayar, kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.” (Buhârî, Îmân 24; Müslim, Îmân 107–108.)
Bazı âlimler bu ve benzeri hadislerden hareketle münafıklığı “itikâdî münafık” ve “amelî münafık” diye iki kısımda değerlendirirler. Kalben inanmadığı halde inanmış görünen kimselere “itikâdî münafık”, kalben inandığı halde amel ve davranış itibariyle münafıklık alâmeti taşıyanlara da “amelî münafık” demişlerdir. Ancak yukarıda mealleri zikredilen ilgili âyetlerin “nifak”la “yalan” arasındaki kurduğu ilişkiye bakılacak olursa denilebilir ki, amelî münafıklık zamanla itikadî münafıklığa köprü olabilecektir. Öyleyse her bir yalan ve sözde durmama zaafiyeti, idrâk ve şuur mahalli olan insânî özümüzde yani kalbimizde manevî bir kanser hücresi oluşturmaktadır.
Sözde durmamak da esasen yalanın bir kardeşidir. Üzülerek ifade edelim ki, gerek ticari hayatta, gerek aile hayatında, gerek arkadaşlıklarda ve gerekse diğer ilişkilerde sözde durmama hastalığı, sanki büyük bir günah olarak algılanmıyor. Sadece “kusura bakmayın” denilerek geçiştiriliveriyor. Hâlbuki söz verip de sözünde durmamak, Rabbimiz katında büyük bir gazabı celbediyor.
“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazap gerektiren bir iştir.” (Saf Sûresi, 2-3)
Bu hakikatlerin farkında olan hassas müminler, söz verme mesuliyetinin gereğini yerine getirme adına tüm imkânlarını seferber edebiliyorlar.
Mithat Cemal Kuntay anlatıyor:
“Meşrûtiyet’in ilk seneleri, bir cuma, adam boyu kar yağdı. O gün Mehmet Âkif’in hazzetmediği şeyler işlemedi: Araba, tramvay, şimendifer ve vapur... Çapa’daki bizim eve o gün sütçü, ekmekçi gibi adamlar bile gelmediler. Öğle yemeğinden sonra biz hâlâ ekmekçiyi beklerken nihayet kapı çalındı; fakat... Âkif bey gelmişti! Bıyığının yarısı donmuştu. Şaşırdım, nasıl geldiğini merak ettim;
“Beylerbeyi’nden nasılsa Beşiktaş’a bir vapur işlemişti.”
“Bu kadar mı?” dedim.
Tabii ki bu kadardı ve tabii ki Beşiktaş’tan Çapa’ya işleyen bir şey yoktu; ancak bunu sormaya da lüzum yoktu; çünkü Beşiktaş’tan Çapa’ya bu havada insanlar yürüyerek de gelirdi. Bu karda, tipiye, yaya yürünülen mesafeye ben şaştıkça Âkif de benim hayretime şaşıyordu:
“Gelmemem için kar, tipi kâfi değil, vefât etmem lazımdı. Çünkü geleceğim diye söz vermiştim.”
İnsanların birbirlerine verdikleri sözün bu kadar korkunç bir şey olması o gün beni ürküttü.
“Âkif” dedim, “sen eğer verilen sözün mânâsını bu türlü anlıyorsan, bana izin ver de ben bu türlü anlamayayım. Benim verdiğim sözün, şiddetli bir lodosa bile tahammülü yoktur!”
“Ben böyleyim” dedi, “Ben de böyleyim” dedim.
Bu vakıadan sonra ona söz vermekten korktum. Dediğim gibi, onun gözünde ne karayel fırtınası, ne diz boyu kar “meşru mazeret” değildi.”2
Hulâsa sözün özü, adam olmak, adam kalmak ve adam gibi yaşamak bedel istiyor. Yalana düşmeden, mazeretler üretmeden, sözünün eri olarak dürüst bir kişilik istiyor.
Dipnot:
1- Bkz. Bakara Sûresi, 8-13.
2- Mithat Cemal Kuntay, Mehmet Âkif, s. 252-253. Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Âkif Ersoy Hakkında Araştırmalar, s. 326
Adem Ergül 'ın Yazısı.