Çağdaş Bilal`in Düğünü
Ölsem, benim ne kadar mutlu olduğumu anlar mıydınız? Şayet Allah bana bir defalık bir yetki vermiş olsaydı, bunu sizin için kullanırdım ve sizin asla ihtiyarlığı ve güçsüzlüğü görmeden ölümsüz olmanızı sağlardım…
Biz, Anadolu insanı, nerede bir siyahî Müslüman görsek aklımıza hemen Bilal-i Habeşi gelir. Onun “Ehad! Ehad!” sesleri kulaklarımızda çınlar. Hayat hikâyesini, İslam aşkını ve fedakârlığını hayatımızda yeterince yaşayamasak da ayrı bir tat olarak dimağımızda lezzeti kalır.
Bazen Bilal’ın sayısında ihtilaf ederiz. Acaba tarih tekerrür eder mi? Bir daha Bilal gelir mi bu yaşlı dünyaya? “Bilal’i görmek isteyenler var mı?” diye sorulsa, iki elinin parmaklarını kaldıranların olacağını biliyorum.
Geçen hafta sonu Çağdaş Bilal’in düğününe katıldık. Aylar önce söz vermiştik. Meğer Allah bize sözümüzde sadık kalabilmeyi nasip kılacakmış.
Asıl adı Cibril. Bir buçuk yıl kadar önce Müslüman oldu. Yaşı altmışa yakın. Hayatı, köyün put hanesine bakmakla geçmiş. Köyün putları bundan sorulurmuş. Babadan kalma bir miras onun için. Bir gün Allah’ın hidayeti düşer gönlüne ve “Ehad!” der. İşte o gün olur olanlar. Önce evini yıkar, yok ederler. İki tane hanımı vardır. Hanımlarının aileleri gelip kızlarını alıp götürürler. Hayat arkadaşları da terk eder kendisini. Kendi öz kardeşinin de içinde olduğu bir grup, acı bir şekilde döverler. Sol kolu kırılır. Evde bir kızı da vardır. Onu köyün yeni göreve başlayan gönüllü imamına emanet edip, köyden kaçar. Çünkü adamların niyeti öldürmektir.
Şehirde bir öğrenci yurdunda iki ay kadar kalır. Günde üç öğün yemek yiyebiliyor olmasına rağmen, can sıkıntısından çevrede nasıl hızlıca yürüyüp gezdiğini hatırlarım. Hele kızı için duyduğu endişe… Uzun süre imama da ulaşamamıştık. Bu arada bazı eller ulaşıp evini yeniden inşa etti. Kolunun tedavisi yapıldı.
Ramazan ayı öncesi bir namaz sonunda tekrar karşılaştık. Hâl hatır sorarken yeni bir derdini daha öğrendik. Tarlasını sürdüğü öküzlerini yeğeni almış ve onu ortada bırakmıştı. “Kendine güveniyorsan, git de karakola şikâyet et!” tehditleriyle… Mü’mince bir cevap verir: “Seni inandığım Allah’tan başkasına şikâyet etmeyeceğim. O bana yeter…” Avrupa’dan gelen bir misafirimizle beraber dinledik bu yeni hikâyeyi. O da kendisine bir çift öküz ve aletlerini alıverdi. Cibril, Rabbine güvenmişti. Rabbi de öylece gönderdi.
O, aynı gün köyünde açılan caminin müezzini. Çevre köylerde yapılacak bazı törenlerin ateşli konuşmacısı. Uzun zamandır, aynı kaderi paylaştığı bir kızıyla beraber yaşıyordu. Zira kızı da putperest bir adamla evlidir. Ama kız Müslüman olur ve eşinden de Müslüman olmasını ister. Adam kabul etmez. Bunun üzerine kadın da müşrik bir adamın nikâhına dönmez. İki çocuğuyla babasının yanında yaşar.
Hafta sonu bizim Çağdaş Bilal’in düğün töreni vardı. Uzun bir yolculuktan sonra köye ulaştık. Buralar, Allah’ın bildiği kulların kaybettiği yerler. Gözlerinin içi doldu, duygulandı, gözyaşlarını akıtmamak için çok zorlandı. Kendisinin İslam’la doğduğunu söylüyor. Eskiye ait çok şey konuşmayı da sevmiyor. O günleri silip atmış. Tek pişmanlığı var: “Neden daha önce Müslüman olmadım!” Evlenmesinden daha çok katılımdan memnun. Acilen geri dönmeyi gerektiren özel şartlarımız nedeniyle yemeğe kalmamayı kararlaştırmıştık. Ama mümkün değil. Yemeğini de ikram etti. Ayrılırken kaç kez kucaklaştığımı bilmiyorum. Gözyaşlarının zor durduğu bir gözle her birinde dörder tur kucaklaşıp, gözlerimizin içine bakarak mutluluğumuzu paylaşıyoruz.
“Ben şimdi mutluluğumu nasıl anlatayım?” diye başlıyor duygu dolu konuşmasına… “Ölsem, benim ne kadar mutlu olduğumu anlar mıydınız? Şayet Allah bana bir defalık bir yetki vermiş olsaydı, bunu sizin için kullanırdım ve sizin asla ihtiyarlığı ve güçsüzlüğü görmeden ölümsüz olmanızı sağlardım…”
O, tam bir Çağdaş Bilal… İnandı. İmanına sahip çıktı. İşkence onu döndürmedi. Sadece bir buçuk yıllık tertemiz bir amel defteriyle dua ediyor…
Haşim Akın'ın Yazısı.