Sözü Yormadan Söyle!
“Yemyeşil tepelerin mıhlanmış dağlara.
Eskidendi o günler sürüldüler bağlara.
Yemyeşil tepelerin mıhlanmış dağlara.
Eskidendi o günler sürüldüler bağlara.
Gel! sen ey Üsküdar beni dinle: yine güzelsin;
Üzülme ecdad yadigarı dert gama gelsin."
Murat Kaya
Murat Kaya arkadaşımızın şiirinde bir ses karmaşası var. Sözü yormadan söylemek önemlidir şiirde. Burada biraz da kafiyeli şiir yazma kaygısının öne geçmiş olması sanırım sesi yoruyor. Şiir hece ölçülü mü diye baktım, değil. Kimi heceler 13, kimileri 14 kimisi 15. Kafiyeli bir şiire yakışan ya hece ölçüsü ya da aruzdur. Eğer ustalıklı kullanılabilirse hece ölçüsü şiirin ses bakımından yorulmasını engeller.
Modem şiire torpil mi geçiyoruz!
Genel önerilerimize bakarak fazlaca modem şiirden yana olduğumuzu düşünen kimi okurlarımız var. Biraz daha dikkatli olunsa kuşatıcı, köklerin farkındalığı öneren bir yaklaşımı savunduğumuz fark edilebilirdi.
Hatta öyle ki tekke şiiri, divan şiiri, modem şiir, halk şiiri gibi isimlendirmelere de karşıyız.
Neden? Zira bunlar teknik isimlendirmelerdir . Bu isimlendirmelere kanıp bunlardan birinin daha iyi, diğerlerinin ise zinhar kötü edebiyat olacağını savunanlar görmekteyiz! Oysa bizce kötü, hece ile yazılmasına rağmen iyi olamamışsa kötüdür. Serbest ölçü ile yazılmasına rağmen iyi olamamışsa kötüdür! AruzIa yazılmış olsa da iyi, özgün, sesini bulmuş bir şiir olamamışsa kötüdür.
Serbest şiire torpil geçecek değiliz. Şimdi Ümit Yaşar`ın yazdıklarını şiir mi sayacağız serbest vızıkladı diye?!
Sizi bilmem ama ben Orhan Veli`ye de şair diyemiyorum.
Ama ne yazık ki ülkemde gençlerimiz şiire buradan, bu kapılardan giriş yapıyorlar.
Oysa birisinin onlara söylemesi lazım. Bu kapılar giriş kapısı değil; çıkış, çıkış!!!
Her Yılmaz Özdil kadar satırları alt alta dizen gazete yazarı sayılamayacağı gibi her aklına estiği gibi duygusal lafları alt alta dizen de şair olamaz!
Gazete demişken!
Gazete okumanızı, takip etmenizi pek tavsiye etmiyorum!
Gazeteler zararlı nesnelerdir bana göre!
En faydalı gördükleriniz bile inanın çok zararlı. Nietzsche Böyle Buyurdu Zerdüşt`te çok aşağılar gazete okuyan insanı.
Said Nursi de bu medyacı takımının insanlara kainattaki büyük uyumu, intizamı değil de; arizi terslikleri haber diye sunduklarını ifade ederek; 2. Dünya savaşı döneminde radyolardan, o zamanın deyişiyle acanslardan uzak durmuş.
Bu yaklaşımı çok takdir ettiğim için kimi zaman kimi gazetelere bizi abone yapmak için gelen kardeşlerimize Üstad Said Nursi`nin bu tutumunu çok takdir ettiğimi ifade ederek gazetelere yaklaşmaya niyetimin olmadığını söylüyorum.
Evet, gazeteler zararlı! Bir ülkedeki gazete satış rakamlarının yüksek olmasının o ülkenin gelişmişliği ile doğrudan orantılı olduğunu da kabul etmiyorum!
Zaten gelişmişliğe de inanmıyorum!
Belki şöyle denebilir: Batılı toplumlar gazete okudukça yola geliyor olabilir ama Doğulu toplumlar gazete okudukça bozuluyor!
Şimdi köşemizin niteliğini düşürebilecek bir kısım isimler sayacağım, özür dilerim ama sayayım: Hasan Pulur`u, Ertuğrul Özkök`ü, Güneri Civaoğlu`nu, Emin Çölaşan`ı, Oray Eğin`i, Özdemir İnce`yi, Fatih Altaylı`yı okuyan insanların hangi işi yolunda gider ki ...
Gazete yerine dergiler takip edilmeli, kitapların dünyasına dalınmalı! 24 saat bile ömrü olmayan gazetelere bu kadar rağbet neden?!
Yazdıkların “şiirsel” olmasın!
Bu sefer fazla açıldık, okurlarımızın ürünlerine yer kalmadan köşemiz bitecek neredeyse. Hümeyra Turan bir balıkçının şiirini yazmış. Aslında bir yazı olarak tasarlasa da olurmuş bence. Yazdığımız metni şiir veya deneme kılacak olan şey nedir? Nedir ki mesela, Sezai Karakoç`un Masal şiiri dıştan bakıldığında bir hikâye, bir masal gibidir ama bir şey onu şiir yapıyor, hem de büyük bir şiir!
Yine Ümit Yaşar`ın tüm çabalarına rağmen metinleri şiirsel olmakta ama şiir olamamaktadır? Nedir bu şiir ile şiirsel arasındaki fark?
Şiir yazacak arkadaşlarımız yazdıklarının şiirsel olmaması gerektiğini bilmeli.
Yazdığınız metne "şiir gibi" denmemesini sağlamak lazım.
Aziz Mustafayev zaman konulu bir yazı yazmış. Mustafayev arkadaşımızın üslup konusunda biraz daha rahat davranmasını, içinin sesini bastırmamasını ve beylik yargılara düşmeden, özgünlüğünü ifade etmekten çekinmeden yazmasını öneririz.
Varlık yokluk meselesine hemen girme!
Hatice Durmaz da şiir göndermiş. Şiirinde varlık yokluk meseleleriyle boğuşmuş. Bu meselelerle boğuşmak iyidir ama eğer alanı daraltırsan daha iyi boğuşabilirsin ve şiiri daha iyi kıvırmak mümkün olabilir. Çünkü büyük meseleleri kafasına taktığında kozmos vesaire, bu sefer şiire bir belirsizlik hakim olabiliyor!
Şiirinden kısa bir bölüm alıyorum Durmaz`ın:
"İlme aç, kıldan ince, bükülmüş bir boyun,
Nerede tezkiye edicim, şafak nerede?
Saydım geçen ömrümü, bir saat etmemiş,
Nerede değer biçtiğim, heyhat, nerede?
Nerede, zaman denilen meçhul, nerede?
Var mı ki; yokluğun varına aldanmış bir bedendir bu;
Onu buldum, bulduğumun idrakini kaybetmişim aslında."
Hatice Durmaz
"Bundan yaklaşık dört sene evvel, şiir denilemeyecek bir manzume yazmıştım başörtüsüne dair. Umutsuz hatta çok karamsar mısralar dökülmüştü kalemimden. İsmi de `Celladın Öğütleri`ydi." Demiş Betül Yeşil. Şiirinden bir kısmını alıyorum:
Bir ayağında bomba, bir ayağında çakal
Tutunduğun parmaklık elde tutulan çatal
Çatalını tutan aç bırakılmış canavar
Korkma! Müslüman yemez, bunda korkacak ne var?
Yemez ki sizi kimse, akbaba olsa olsa
O da yemez billahi günlerdir aç olmasa
Boşuna çığlık atma, çölün ortasındasın
Duymaz ki seni kimse sen darağacındasın.
İdam mahkumusun sen, düşünme yarınını
Hak etmiyorsun bunu, açmıyorsan başını.
Müslüman olmak bir suç, sen bunu bilmez misin
Boşuna elin açma, yoksa yardım mı beklersin.
Bence isteme yardım, ölüm kurtuluşundur
Beyaz güvercin gibi göklerde uçuşundur.
Birazdan öleceksin getir Kelime-i Şahadet
Size hiç gün yüzü yok, gelmeden ilahi adalet"
Sonra devam etmiş Betül Yeşil:
"O kadar umutsuzdum ki başörtüsü özgürlüğüne dair. Daha üniversiteye gitmeden, fakülte önlerinde başıma peruk takmak, sadece peruklu olduğum için derslerden atılmak zorunda kalmadan bile umut edemiyordum. Aradan zaman geçip sokaklarda hakaretlere uğrayınca, otobüslerde küfürler işitince, bir profesör beni güya sözlü yapmak için ödüller, plaketler dolu, ikna odası gibi olan odasına alıp `Yaratık gibi olmuşsun.` deyince anladım aslında ne kadar da güzel bir yaratık olduğumu.
`Evet, ben bir yaratığım, siz de yaratık değil misiniz hocam?` diye cevap verince anladım aslında yaratılmışların en şereflisi olduğumu. Ve anladım ki onlar ibreti alem için yaratılmışlar. Eğer onlar yaratılmasaydı biz aklımıza, aklımızın işleyişine nasıl şükrederdik. Eğer onlar yaratılmasaydı `iyi`nin kıymeti olur muydu? Ve Rabbime sığınıyorum. Rabbim, beni İslam`la şereflendirdiğin için, bana örtülmesi gereken bir baş ve içi dolu bir kafa yarattığın için, beni Hz. Fatıma validemiz ile hemcins yarattığın için hamd ederim."
Rumeysa Kavaklı`nın iki öyküsünü okudum. Gayet güzel, akan bir dili var. Devam etmesini ve öykü ustalarını izlemesini öneririm.
Tuttuğum bir yazı!
Mustafa Taşpınar`ın yazısını tuttum. Değerli arkadaşlar! Böyle cümleler kuran bir yazarı nasıl tutmayayım. Bunları yazabilen bir kalem daha başka birçok şeyi de iyi yazabilecektir diye düşünüyorum. Bakalım Mustafa neymiş, yazısından onu öğrenelim:
BEN BUYUM
Deneme şeklinde şiir yazmaya çalışan bir dengesizim. Tespih dizer gibi güzel kelimeleri alt alta koymaya çalışan biri değilim, herkesin içindeki ham taşı konuşturdukça ortaya şiir çıkar düşüncesine inanırım. Hayatın sırrını bulmaya çalışan bir deliyim. Kaşığımdaki zeytin yağını dökmeden dünya meşgalesinde bulunan bir ustayım.
Ayrıca ukalayım. Topaç çevirmede dünyanın dönmesini izlemeye çalışırım. Uçurtmamdaki yükseliş bana hapishaneyi anlatır. Hayatın benim dışımda yaşandığına inanırım. Hayatı iki renkli değil farklı renkleri birbirine bağlayarak boyanacak bir su damlası olarak düşünüyorum. Çok plan yaparım ama hiçbir planım tutmaz desem yeridir. Orta yollu cümleler kurmaya çalışırım uçlarda olmamak için çabalarım. Yatarken uçarım koşarken düşerim, kış soğuğunda terler yaz sıcağında üşürüm. Ben ters biriyim. Düz görünen içi ters olan biriyim. Buna mukabil içim dışım birdir. Garibim yoksulum ama zekât verecek kadar zenginim. Orta saha futbolcusuyum ama defansta durmam, forvet hattından klasik gol atmayı sevmem, kale vuruşundan işi bitirmeye çalışırım. Yani ben mevki oyuncusu değilim.
Bir makale, bir denemenin sonuna ismimi yazma cesaretinde bulunamam korkarım yazdığımda çok kafamı kurcalar.
Tarihi okumayı severim yazmayı severim konuşmayı severim ama cesaret yoksunluğundan yana mustaribim. Çok iyi futbol oynarken seyirciden korktuğumdan baklavasına halı sahaya çıkarım, stada çıkacağıma.
Ölümü düşünürüm ve her gün kendime bir son yazarım, film çeker gibi oynatırım hayalimde.
Saçımın ve sakalımın beyazlığı ile uyum gösteren, beyaz entarimle bir ramazan umresinde harem-i şerifin üst katından teravih sonrası Beytullah`a bakıp, sonra yüzümü gökteki parlayan yıldızlara kaldırıp, geçmişin hızı ve o anın olgunluğu ile kalbimin sevgiyle dolu olması gözlerimin tomurcuk tomurcuk yaşla dolması sırasında ruhumu teslim etmeyi düşünürüm.
Ve genelde planlarımın tutmadığı aklıma gelir ve yattığım yerde gözlerimi açar tavana bakarak sıranın ne zaman geleceğini merak ile beklerim.
Yani kısa ve öz olarak ben buyum. Kendimi anlatan üç yazı yazdım ve hala tam anlatamadım.
Zaten benden yazar olmaz bunu biliyorum. Ama benden ne olur bilmiyorum. Hamurumda ne var ona bakıyorum çok çeşitli ne çıkaracağımı bilmiyorum. Mustafa Taşpınar
Asım Gültekin'ın Yazısı.