İnsan dikkat kesilip farkına varmaya çalıştığında görecek ki, aslında herkes bir oranda kendisine “çok şey” söylüyor, yolunu aydınlatıyor, Hakk`ı tanıtıyor.

Hayatımdan birkaç kesit sunacağım önce sizlere. Ardından da sözlerimi asıl vurgulamak istediğim yere getireceğim. Buyrun:

Bundan birkaç ay önce, katıldığım düğün merasiminde, kim olduğunu bilmediğim bir hocaefendi günün anlam ve önemine dair sohbet ediyordu. O sırada yanımda bulunan Temel Baş abimin kulağına eğildim ve hocaefendiyi kastederek “nasıl sence?” diye sordum. Aldığım cevap çok mânidardı: “Bu devirde İslam`ı anlatanlardan daha çok yaşayanlara ihtiyacımız var Süleyman”. Biraz düşündüm ve “sahi ne de haklı” dedim içimden.

Canımın çok sıkkın olduğu, içimde neredeyse şeytanların cirit attığı bir gündü. Ne yana baksam olumsuzluk görüyor, nereye el atsam bir problemle karşılaşıyordum. Kendi nefsimin kusurunu değil de var olan diğer bütün kusurları görebilecek kadar “hassas” olduğum vakitlerdi. Zafer Coşar abimden o anda gelen mesaj beni öylece telefonun ekranına kilitledi ve kaskatı olan kalbimin yumuşamasına vesile oldu: “Camdan dışarı bakarken, yolda yürürken, insanlarla birlikteyken hep güzel gör. Kötülük içimizde! Yaratılan ya da yaratılıyor olanda değil!”

Emre Varlık isminde çok sevdiğim bir arkadaşım var. Günün birinde şöyle bir mail aldım ondan: “Nimetler Rabbimizin bize verdikleri değil, vermedikleridir de. Vermediklerine de şükürler olsun ya Rab.” Müthiş etkilendim Emre`nin bu sözlerinden. Sahi kaçımız “vermediklerine de şükürler olsun” şuurunda yaşıyor? Ya da bize “verilmeyenlerin” de bir “nimet” olduğunu daha önce kaçımız düşündü?

Şeyh Devati Hazretleri`nin türbesinde tanıştığım ve öğrencilik yıllarımda ara ara sohbet ettiğim bir adam var: Ahmet abi. Gözleri görmeyen Ahmet abi, acayip değişik bir adam. Nuh tufanıyla ilgili ilginç teorileri var mesela. Geçenlerde karşılaştık ve kader mevzusu üzerine bildiklerini anlatmasını istedim. O anlatırken ben sözünü kesip kesip “peki sonra ne olacak, sonra ne olacak” diye soruyordum. Yani olayın özüne inmek istiyordum kendimce. Son sorum üzerine hafif celallendi ve tebessümle karışık “bu dünya bir sahnedir Süleymancığım, kimimiz alkışlanarak çıkacağız sahneden kimimiz de yuhalanarak, olay budur” dedi. Bu söz üzerine “vaay be Ahmet abi, okkalı laf ettin” dedim ve haddimi bildim…

Bir ara, kiracı olduğum evle ilgili sıkıntılar vardı, yaşadığım olaylar “ah ulan kiracılık” dedirtiyordu. O günlerde, olaylardan haberi olmayan ablam aradı. Kendisine biraz takılayım diye düşündüm ve “Hadi yine iyisin, evin var, kiracı değilsin, çocukların var, huzurun var” dedim. Bu sözlerim biter bitmez, içinden koparak şöyle cevap verdi ablam: “Dünyada hepimiz kiracıyız be Süleyman”. Olaylara bir başka açıdan bakmama sebep oldu bir an.. Öylece kaldım…

Şimdi sözlerimi bağlayayım. Hani bir söz var ya: “Kaliteyi uzaklarda aramayın” diye. İşte ben bu sözü ne zaman hatırlasam, şöyle yorumlarım kendimce: Aslında etrafımızdaki insanların çoğu bize alttan alta hikmeti fısıldıyor, hakikati kendi orjinallikleri içinde apaçık bir şekilde önümüze seriyor. Öyle kaliteli sözler ediyorlar, öyle yüksek boyutlu tespitlerde bulunuyorlar ki, aslında “halkın sözünün” içinde “Hakk`ın sözü” gizlenmiş oluyor. Bu bazen bir arkadaşımız vesilesi ile oluyor bazen de hiç tanımadığımız, belki de adı sanı hiç bilinmeyen birisi vesilesi ile. Demek istediğim, insan dikkat kesilip farkına varmaya çalıştığında görecek ki, aslında herkes bir oranda kendisine “çok şey” söylüyor, yolunu aydınlatıyor, Hakk`ı tanıtıyor.

Biz ise “büyük lafları, büyük hakikatleri” genelde “büyük insanlar” söyler diye düşünüyoruz. Oysa nice yürekte “basitlik elbisesi ile gizlenmiş kaliteli sözler” var. Nice insan Hakk`ın sözcüsü olmuş da hem kendisinin hem karşısındakinin haberi yok. Bu yüzden ben, kaliteyi uzaklarda değil hemen yanımda aramaya çalışırım gücüm yettiğince. Bu belki de “her gördüğünü Hızır, her geceyi Kadir bil” düsturunun bir başka izahı olsa gerek.

Evet, kalite uzakta değil; annemizde, babamızda, sokaktaki çocukta, simitçide, terzide, arkadaşımızda.. Yeter ki biz onları “basit” görmeyelim, o zaman göreceğiz ki bize çok şey fısıldayacaklar.

Yazımı Mehmet Doğramacı`nın konumuzla  ilgili -kurabilene tabii- son derece “kaliteli” diyaloğu ile bitirmek istiyorum. Öyle ya, bu kadar anlattıktan sonra kim olduğunun ne önemi var.

- Sana basit adamsın desem, ne dersin?...

- Basit demesen de, sade- mütevazı demen daha işime gelir.

- Niye? Basitle sade aynı kapıya çıkmaz mı?...

- Çıkar da, basit lafı onuruma dokunur biraz.

- Hah işte… Onurumuza dokunacağı için hakikatin basitliği işimize gelmez ve bunu görmek istemeyiz.


Süleyman Ragıp Yazıcılar'ın Yazısı.