Ruhun Yürüyüşü
Yunus Emre Tozal
Kafası rahat olan kimse bütün zenginliklere sahiptir. Ayağında bir ayakkabı olan ve sanki tüm yeryüzü deriyle kaplıymış gibi yürüyen kimse için de aynı şey söz konusu değil midir? Henry-David Thoreau
Baharın gelişiyle beraber yürümenin de bir ihtiyaç olduğunu farkedenlere güneş yüzünü gösterdi. Cemre hem havaya hem toprağa düştü, artık bahane de üretilemez. Cemrenin havaya düşmesi, zaten yürüyenler için bir start gibidir; haydi başlayabiliriz; zihnin ve kalbin kainatla bütünleşme vakti...
Yürümek insanın ruhunu ve bedenini kâinatla bütünleştirerek iç dünyasında mutluluk ve huzur duyabileceği eylemlerden… Dünyaya açılan her yürüyüş, geçici bir zaman da olsa insanı doğayla ve bedeniyle baş başa bırakır. Hepimiz her gün belli mesafeler yürüyoruz. Kimi zaman bir yerlere yetişmek için, kimi zaman başka amaçlar için yürüyoruz, hatta bazen koşuyoruz. Ama ruhumuzu dinleyerek yaptığımız yürüyüşler, başka amaçlar için yaptığımız yürüyüşlerden farklı oluyor değil mi? Birinde hem iç hem dış dünyayı keşfetme ön plana çıkarken, diğerinde kafamız ve ayaklarımız işbirliği içerisinde bir yere odaklanmış bizi götürüyor. Kafamız ve ayaklarımızın bizi bir amaç uğruna bir yere götürdüğü durumlarda sanki arabaya binmiş gibi oluyoruz; çünkü hayatın içindeki koşuşturmalarda araba kullananlarımızla, araba kullanmadığı halde araba kullanıyormuşçasına hayata kendimizi kaptıranlarımız çoğunlukta… Her gün milyonlarca insan evden işe, okula ya da başka bir meşgalesine gidip geliyor, yürüyor ya da araç kullanıyor, ama ruhunu dinleyerek doğayla bütünleşmenin keyfini yaşayarak yürümenin modern hayat içinde henüz yeri yok. Öyle değil mi?
Daha fazla kazanmanın, daha fazla koşuşturmanın, daha fazla hızlı yaşamanın getirdiği hızlılığın insanın kalbine ve ruhuna bir getirisi yok, ama kalpten ve ruhtan götürdüğü çok şey var. Sıkıntılar, buhranlar, sahip olmaya çalışmanın sonucunda gelecek olan endişeler… Evet, hepimiz endişeleri olan insanlarız ve hatta çektiğimiz endişelerden ötürü bir şeyler kazandığımızı sanıyoruz. Oysa ki kazanmıyoruz ve giden ömür de bizden gidiyor. Dünya kimselere de kalmıyor. Eğer kalsaydı bizden önceki kuşaklar çoktan sahiplenmiş olurlar, bizim sahipleneceğimiz bir şey kalmazdı. Bizler, şehrin tüm gürültülülüğüne alış(tırıl)mış insanlarız. Trafik kirliliğinde korna seslerine aldırış etmiyoruz mesela, ya da yüksek sesle yaşamanın getirdiği zararların farkında olamıyoruz. Hızlı yaşamanın ve aşırı uyarılmanın sonucunda ruhumuzla da bütünleşemiyoruz modern insan olarak. Dolayısıyla modern insanın sorunlarının en başında ruhuyla bütünleşememesinin, kendi kendisiyle baş başa kalamamasının olduğu söylenebilir. Bu yazının konusu modernizm eleştirisi yapmak değil, ama her “modern insan”ın konu edildiği yazıda olduğu gibi biz de modernizme değmeden ilerleyemiyoruz. Çünkü meselenin başı modernizm, aşağıdaki tahlilini yapacağım kitabın yazarı da nitekim öyle yapıyor. Modern insanın geldiği durumu özetleyip ruhun yürüyüşünü anlatıyor.
Yürümek bir kaçış değildir, hayata karşı yeniden daha sağlam bir şekilde tutunabilmenin kapılarını açar insanın zihninde; aklen ve kalben bir terapi gibidir… Dünyaya yeniden bir anlam yüklemek, hayata ve kâinata keşfediyormuşçasına bakabilmek, özgüven yenilemektir. David Le Breton “Yürümeye Övgü” kitabını işte bu yüzden; insanın ruhunu ve bedenini hissederek kâinatla bütünleşen yürüyüşü anlatmak için yazdı. Yürüyüş ansiklopedisinden öte yürüyüşün insan hayatındaki yerinden ve öneminden bahsediyor Breton. Yürümek… Ardına sağına soluna bakmaya gerek duymadan, keyif için, dinlenmek için yürümek… Yürürken rastlaşmak, tanışmak, konuşmak, muhabbet etmek, zamanın tadını çıkarmak, istediğin yerde durmak, istediğin yoldan ilerleyebilme hürriyetine sahip olmak… Kuşlarla konuşmak, ağaçlarla fısıldaşmak, ay ile bakışmak, yıldızlarla şarkı söylemek, düşünmek, tahayyül etmek, keşfetmek, kendini bulmak…
Ruhumuzu ve bedenimizi besleyen yürümek, insanı düşünüldüğü üzere modern hayatın düzensizlikleri karşısında gittikçe artan sorumluluklarından uzaklaştırmaz ama insanın hayata karşı yeniden soluklanmasını sağlayarak duyularını keskinleştirmesini ve merakını yenilemesini sağlar. Breton yürüyüşün çoğu zaman insanın kendi içinde yoğunlaşmasını sağlayan bir dönemeç olduğunu ifade eder. Rousseau’ya özgürlük deneyimi veren yürüyüş, kırların anahtarını bulabilmenin, dünyayı yeniden duyumsayabilmenin imkânını hazırlar. Yeniden bir merak ve heyecanla dünyaya bakabilmenin kapıları açıldıkça, yeni kelimeler, yeni hayaller ve yeni bir soluklanmayla bakılır dünyaya… Yolculukların başında kurulan düşler, imgeler ve mekânla tanışacak olmanın getirdiği keyif, zamanın kendisinin durmadan dinlenmeden geçip gittiği bir yolcu olduğu gerçeğiyle yüzleştirir insanı. Yürüyüşe çıkmak, her ne kadar belirli bir süre düzenli hayattan alıkoysa da insanı, düzenli yaşamı kaldırabilecek havayı ve iç dünya atmosferi kazandırır insana. Düzenli yaşamın rahatlılığından kopabilmek öyle kolay değildir, yürüyüşçünün sadece nerede konaklayacağının bile belli olmaması bu açıdan önemlidir, bazen bir tarlada, bazen bir meşe ağacının altında, bazen bir ırmak kenarında bazen de bir otelde konaklayacak olmanın getirdiği huzuru, zamanın tadını çıkaran yürüyüşçü alabilir sadece.
Kendimizi ayakta tutabilmemizin yegâne yolu ruhumuzu ve kalbimizi sürekli beslememizden geçer. Bu yüzden yürüyüşün en önemli yanı, “sağlığımıza dikkat etmemiz” yani “hareket etmiş olmamız” değildir, “ruhumuzu dinlemiş olmamız” olmalıdır. Her sıkıntımızda, her endişemizde, her koşuşturmamızda ayakta kalmaya çalışırız ve bu bir düzen halini aldığında, eğer ruhumuzu beslememiz de düzen halini almıyorsa gittikçe yıpranmaya başlarız. Sessizliği arar kendimizi dinlemeyi özleriz. Yürüyüşün sessiz olması, insana açık seçik bir görme imkânı sağlar. Kâinatı görme; kendini görme; derinlikli bir işitmeyi de yanına getirerek tahayyülün sınırlarını zorlamaya başlar. O yüzden yürüyüşçünün kendini dinlemesi için, şehirden ve gürültüden uzakta olması zorunludur. Böyle bir yürüyüş insana keşif kapılarını sonuna kadar açacaktır. Hiç unutmam lisedeyken yaz mevsiminde bir eğitim kampına katılmıştık. Kamp yeri bir yaylada ormanın içindeydi. Gündüz vaktinde eğitim zamanında, geceleyin ay ışığında tek başımıza yapacağımız yürüyüş yolu gösterildiğinde çok fazla korkmamıştık. Her ne kadar başımızdaki ağabeylerin tek başınıza, el fenersiz ve saat dışında herhangi bir iletişim aracı (telefon, çağrı cihazı, walkman gibi) bulundurmaksızın olacak demeleri bizi korkutsa da herhalde zevkli olur, sorun olmaz diyerek geceyi iple çekmiştik. Saat 10 olunca ay ışığında önden aramızdan bir arkadaşımız gönderildi tek başına. Yarım saat kadar yürüyüp duracak, arkasından tek başına gelen 2. yürüyüşçüye bir gece ve gündüzün yaratılmasıyla ilgili ayetlerden birini söyleyecek ve yoluna devam edecekti. Yarım saat aralıklarla duracaktı ve daha önce belirlenmiş kısa ayetleri arkasından gelenle paylaşacaktı. 2. yürüyüşçü önündeki abiden aldığı ayetleri aynı metotla yarım saat aralıklarla arkasından gelecek 3. yürüyüşçü ile paylaşacaktı… Bu şekilde yürüyüşlerle ay ışığında gecenin hikmetini düşünerek korkuyla ilerlemeye başlamıştık. İlk başları “Ya nasıl olur, zaten ay ışığı ve yıldızlar dışında başka bir ışık yok, ormanda tehlikedeyiz ve tek başımızayız” desek de, 2. 3. ayetlerden sonra ortama iyice alıştık ve hakikaten ruhumuzla bütünleşmeye çalıştık. Kendimizi, gökyüzünü, yıldızları, yaratanı, yaratılanları, nereye gittiğimizi, nerede olduğumuzu öyle ciddi düşünmeye başladık ki, yürüyüş yürüyüş olmaktan çıktı, kendimize kavuşma vuslatına erdi. Her öğrendiğimiz ayetle çevremize daha derin bakmaya çalışırken, diğer yandan da keşif sürecimiz devam ediyor, zihnimizde imgeler uçuşuyordu… O gece o yürüyüşte ilk başlarda ciddi ciddi çok korkmuşken sonrasında yürüyüşün hiç bitmemesini istedim… İnsan kendisini keşfettikçe o ân’dan hiç çıkmamak istiyor. Çünkü kendisini keşfettikçe hakikate yaklaştığını hissediyor kalben. Bir yandan korkudan dolayı kalben titriyorken diğer yandan kalbin en derin noktasında keşif yapıyor! Ay’ı, yıldızları düşünerek ağaçlara bakıyorsunuz, onlarla konuşuyorsunuz, eşref-i mahlûkat olduğunuzun bilincine erdikçe daha fazla omzunuza yük biniyor, bu yükü kaldırıp kaldıramayacağınızı kendinizle dertleşme sürecinde aşkın hakikatle olan bağını çözmeye çalışıyorsunuz… Yandıkça yanıyorsunuz yürüyüş esnasında, kalbiniz ölümü arıyor sanki bir an önce hakikatlerle karşılaşmak istercesine adımlarınızı atıyorsunuz. Sanki sırat köprüsüne gidiyorsunuz! İşte Breton’un bahsettiği yürüyüş tarzı da böyle bir yürüyüş…
Yürümek Breton’un deyimiyle benmerkezcilikten uzaklaştırır insanı ve dünyaya bakış açısını yeniler. Kierkegaard 1847’de Jette’e yazdığı mektupta şöyle diyor: “Ben en verimli şekilde ancak yürürken düşünebiliyorum ve yürüyüşün uzaklaştıramayacağı hiçbir saplantının olabileceğini düşünemiyorum.”
GENÇ'ın Yazısı.