Kur’ân-ı Kerim’de sık sık “üzerinizde olan nimetlerimi bir hatırlayın” buyurulmak suretiyle vicdanların harekete geçmesi murâd edilir. Zira nimeti görmek, nimet sahibini hatırlatacak ve O’na karşı teşekkür duygularını harekete geçirecektir. Kâfiri kâfir kılan, çoğu zaman nankörlüğüdür, yani nimeti ve nimet vereni görememesidir. 

Huzur arayışı ve hayat kalitesi, her ferdin fıtrî bir arayışıdır. Bu uğurda nimetler, imkânlar, iktidarlar ve fırsatlar peşinde koşulur da koşulur. Bu arayışta insan, çoğu zaman elindekine değil, hayalindekine ya da başkasının içinde yaşadığı nimetlere bakar. Bu bakış, kişiyi kendine karşı körleştirirken Rabbine karşı da nankörleştirir.

Rabbimiz “Görenle görmeyen hiç bir olur mu?” diye sorar.1 Kastedilen körlüğün de esasen “Baş gözü körlüğü değil, vicdanların körelmesi anlamında basiret körlüğü” olduğuna dikkat çeker.2 Yani idrâksizlik, Hak ve hakikate karşı ilgisizlik, içinde bulunduğu nimetlerin farkında olamayış hâline…

Hak Teâlâ, gözü-gönlü açık kullar ister. Hayat, bir “körebe oyunu”na dönüşmesin, zifiri karanlıkta geçmesin, tenin zevkleri uğruna tüketilmesin murâd eder. Hak ve hakikatin peşinde; akıl, firâset ve basiretle; zikir, fikir ve şükür duyguları içinde seviye kazansın, kemâl bulsun, yücelsin ve insanca bir kaliteye ulaşsın arzular. Bu maksadın gerçekleşmesi için elbette çok sayıda vesilelerden söz edilebilir. Ancak uyanış ve dirilişi başlatacak olan ilk hareket noktasının “üzerimizdeki ilâhî nimetleri fark edip görmek” olduğuna işâret edilir.

Kur’ân-ı Kerim’de sık sık “üzerinizde olan nimetlerimi bir hatırlayın” buyurulmak suretiyle vicdanların harekete geçmesi murâd edilir. Zira nimeti görmek, nimet sahibini hatırlatacak ve O’na karşı teşekkür duygularını harekete geçirecektir. Kâfiri kâfir kılan, çoğu zaman nankörlüğüdür, yani nimeti ve nimet vereni görememesidir.

Görmenin ve körlüğün de kendi içinde nice dereceleri vardır. Görme derecesi şükür derecesini artıracağı gibi, körlük seviyesi de inkâr ve nankörlük karanlığını ziyadeleştirecektir. Rabbimiz, üzerimizdeki nimetlerin nihayetsizliğine işâret ederek buyurur ki:

“O, size istediğiniz şeylerin hepsinden verdi. Eğer Allah’ın (bunca) nimetini birer birer saymak isterseniz (ne mümkün?) siz (onları) grup grup bile sayamazsınız. Gerçekten, insan çok zulümkâr ve çok nankördür.” (İbrahim Sûresi, 34)

“Allah’ın göklerdeki ve yerdeki her şeyi emrinize verdiğini, görünen ve görünmeyen nimetlerini, açıkça veya gizlice önünüze alabildiğine serdiğini görmez misiniz?” (Lokman Sûresi, 20)

“Görünen ve görünemeyen nimetler”, “İçimizde ve dışımızda bilip bilmediğimiz ilâhî ihsanlar” ifadesi, esasen bütün nimetleri fark etmenin mümkün olamayacağını hatırlatıyor. Bunun içindir ki “Gerçek şükür, şükürden acziyetinin farkında olabilmektir” denilmiştir.

Her bir insan, kendi şahsına lütfedilen nimetleri bir bir saymaya kalksa, neticede şükür duygusu ortaya çıkacak ve “Elhamdülillah” diyerek bir iç huzuruna erişecektir. Şu tablo tam da böyle bir huzur tablosudur:

Ali Ulvi Kurucu anlatıyor:

“Dedem Veyis Efendi’nin ahlâkını, dünya malına ve rahatına bakışını, nasıl şükür, rıza ve tevekkül hâlinde olduğunu, ninem şöyle anlatırdı:

Konya Sille köyünden bir komşumuz vardı. Silleliler çömlek testi yaparlar. Bize de kırmızı Konya toprağından yapılmış bir testi getirilmişti. Suyu soğutan bir testiydi. Konya’nın meşhur Çayırbağ suyundan koyar, kuyuya iple sarkıtırdım, soğurdu. Dedeniz camiden, dersten gelirdi. Yaz günü, hava sıcak.

“Muhsine suyun var mı?”

“Var efendim. Komşu hanımın getirdiği testiye Çayırbağ suyu koymuştum. İnşallah soğumuştur...”

“Ver de bir içeyim.”

Suyu veririm. Oturur, üç nefeste içer:

“Muhsine, herkesin bağı var, bahçesi varsa, bizim de, suyu buz gibi yapan testimiz var. Bunun şükrünü nasıl eda edeceğiz?” derdi. Ninem babama:

“İbrahim Efendi, baban bugün neye hamd etti, ne dedi biliyor musun?” demiş. Babam:

“Babam her şeye hamd eder abla. Onun hamd etmediği an yok ki” diye cevap vermiş. Hâdiseyi dinledikten sonra da şunları söylemiş ki, dedemin ahlâkının hülâsasıdır:

“Bir tulum peynirine: Bu ne nimettir yâhu, diyebilen; bir çömlek suyuna: Elâlemin bağı var, bahçesi varsa, bizim de suyu buz gibi yapan çömleğimiz var, nasıl şükredeceğiz Allah’a, diyen insandan bahtiyar insan var mıdır yâhu? Babamızın bütün derdi, cemiyetin başına çöken buhranlar, milletin ahlâkına, imanına, vicdanına, dinine vurulan darbelerdir. Babamın bir gün dahi maddî bir meseleden, malî bir sıkıntıdan, hâlinden şikâyette bulunduğunu görmedim...”3

Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin şu tavsiyeleri de kendi üzerimizdeki nimetleri görmenin ve hatırlamanın gönül selâmeti ve huzuru bakımından ne kadar önemli olduğunu göstermeye kâfidir:

“Hayat şartları sizinkinden daha aşağı olanlara bakınız; sizden daha iyi olanlara bakmayınız. Bu, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hor görmemenize daha uygun bir davranıştır.” (Müslim, Zühd 9)

“Sizden biriniz mal ve yaratılış itibariyle kendisinden üstün olan kimseye bakarsa, ardından kendinden daha düşük derecede olana da bir baksın.” (Buhârî, Rikak 30)

Üzerindeki nimeti görmemek, kişinin iç dünyasında başkalarına karşı çekememezlik, kin ve düşmanlık gibi duyguları harekete geçirir ki böyle birinin huzurlu olma şansı yoktur.

Nimeti görmek gerekli ise de yeterli değildir. Bunu nimeti gönderene teşekkür duygusu takip etmelidir. Yani o nimeti var kılan Allah’a ve onu ulaştıran her seviyede aracılara şükran duygularını ifade etmek de nimeti görmenin tabii bir sonucu olmalıdır.

Yüce Mevlâ, nimetlerin sadece gözle ve gönülle fark edilmesinin ötesinde, dille ifade edilmesini de ister. Allah Resülü’nün şahsında bu hususa şöyle işâret eder:

“Rabbinin sana olan nimetini konuş, anlat!” (Duha Sûresi, 11)

Bir işe gönlün katılması zaruri ise de dil ile ifadenin de ayrı bir değeri vardır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus, başkalarının haset duygularını tahrik edecek ya da kişiyi şımarıklığa götürecek bir üsluba düşülmemesidir. Belki insanın çoğu zaman kendi kendine üzerindeki ilâhî nimetleri şükür duygusuyla dile getirmesi bile bu çerçevede değerlendirilebilecektir. Gönüldeki bir duygunun dile gelmesi hem o duyguyu kökleştirecek hem de yeni duyguların oluşmasına vesile olabilecektir.

Nimeti görmenin bir sonraki adımı ise o nimetten Allah’ın diğer kullarını ve mahlûkatını faydalandırabilmektir. Bazı âlimler nimete şükrün ancak bu adımla gerçekleşebileceğini ifade etmişlerdir.

Kul olarak nimetler karşısında takınabileceğimiz nihâi adım ise, o nimeti lütfedene karşı gereği gibi şükredememenin verdiği mahcubiyetle aczimizi idrâk etmek ve Rabbimize Peygamberimizin öğrettiği şu cümlelerle niyaza durmaktır:

“Allah’ım! Seni anıp zikretmek, nimetine şükretmek, sana lâyık ibadet etmek için bana yardım eyle!” (Ebû Dâvûd, Vitir 26)


Dipnot:

1- Fâtır Sûresi, 19.

2- Hac Sûresi, 46.

3- M. Ertuğrul Düzdağ, Üstad Ali Ulvi Kurucu Hatıralar, I, 128-129.


Adem Ergül 'ın Yazısı.