Dayandığı âsâsını tıkırdata tıkırdata orta yere kadar gelen dede, kendisini izleyen jüri ve sahnenin etrafındaki binlerce kişiyi kısık gözleriyle bir kez tarayıp, boştaki eline tutuşturulan mikrofona, titrek sesiyle şunları söylemiş....

Tenekeci Ali Emmi... Çok zaman olduğu gibi, bir ikindi namazı öncesi, Karabucak Camii’nin bitişiğindeki iş yerimize, elinde tesbihiyle, selâm verip usulca girdi; sükûneti yakalayınca tezgâha bir dirseğini dayadı, hâl hatır sordu, sonra anlatmaya başladı:

“Memleketin birinde, âlimlere yönelik bir yarışma tertip edilmiş. Binlerce izleyicinin bulunacağı bir salonda, bu âlimler ”medenî insan” târifi yapacaklar, artık pîr-i fâni hükmündeki jüriden en yüksek puanı alıp birinci olmak için ter dökeceklermiş.

Söz alan herkes, kendince, emek emek düşünüp ortaya koyduklarıyla birincilik kovalamış. İzleyiciler, kimi ifadelere alkışla destek vermişler, kimi cümleleri de somurta somurta dinlemişler. Ancak jüri, saatlerin geçmesine, söz alan tüm ilim adamlarının, yeniden söz alıp şanslarını yükseltmeye çalışmalarına rağmen, bir türlü birinciliğe lâyık bir “medenî insan” târifi tespit edememişler.

Bu ara, izleyici kalabalığın arasında bulunan, eli âsâlı, ince sakalı neredeyse göbeğine kadar uzamış, zayıf, cılız, kılık kıyafetinden anlaşılacağı üzere oldukça da fakir bir dede, ısrarla, bir de kendisine söz hakkı verilmesi için ha bire öne doğru atılmaya çalışıyor ama kendisine bir türlü izin verilmiyormuş.

Nihâyet, ilerleyen vaktin de sıkılganlığının baş gösterdiği anlarda, artık jürinin de fark ettiği bu dedeye, ortamda bir değişiklik olsun, programa belki bir renk katsın düşüncesiyle söz hakkı verilmiş.

“-Hadi bakalım efendi... Bir “medenî insan” târifi de sen yap, dinleyelim...” demişler...

Dayandığı âsâsını tıkırdata tıkırdata orta yere kadar gelen dede, kendisini izleyen jüri ve sahnenin etrafındaki binlerce kişiyi kısık gözleriyle bir kez tarayıp, boştaki eline tutuşturulan mikrofona, titrek sesiyle şunları söylemiş:

“-Ayın karanlığında, gecenin bir yarısında, bir denizin kenarında, yapayalnız, bir başına yürüyorken, esnemesi geldiğinde, eliyle ağzını kapatan insan, medenî bir insandır” demiş... Tabii, salon kopmuş... “İşte bu!” demişler...”

Sonra devam etti Ali amca... “Yahu biliyor musun hacı efendi, bütün bunlar Rasûlullah Efendimiz’den (s.a.v.) birer yansımadır. Dünyada nerede bir güzel ahlâk, tevâzû, hiçlik, samimiyet, muhabbet sahibi bir insan görsen, bileceksin ki ondaki bu güzel hâl, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş Yüce Peygamber’den bir in’ikastır... Diyeceksin ki, zamanların içindeki zamanlarda, insanların içindeki insanlarda bu hâl varken, acaba Muhammed Mustafa (s.a.v.) nasıldı?

O ki, müstesnâ yaratılışı ve kendisini yaratan Rabbinin öğrettikleriyle, ahlâksız bir toplumdan, ahlâkta zirve bir toplum ortaya çıkardı.”

Bütün bunlar, Afrika kıtasının bir köşeciğinde, bir stadyum otoparkında top oynayan Kamerunlu çocukların arasına karıştığımda aklıma geldi. Arabadan cebime aldığım minik şekerleri dağıttım onlara ve bir tane de kendi ağzıma aldım. Çok yerde olmadığı gibi orada da çöp kutusu yoktu. Biraz önce aktardığım şu ”medenî” dedenin hikâyesi de aklıma geldi ve şekerin ambalaj kağıdını cebime aldım... Aaa! Bir de baktım, birbirimizi, dil, din, isim bağlamında dahî tanımadığımız hâlde, bir topun peşinde beraber koşuşturduğumuz delikanlıların hemen hepsi, kendilerine verdiğim şekerlerin ambalaj kağıtlarını ya ceplerine aldılar ya da avuçlarında sakladılar... Belki de en azından bir müddet...

Dedim ki: Ey Allah’ım! Ne büyüksün... Ey Peygamberim! Ne mübareksin...

Hakîkaten, dünyanın neresinde ve ne hâlde olursak olalım, muvâzeneyi bozmamamızı gerektirecek bir din getirdi Peygamberimiz (s.a.v.) bize. Hangi durum ve vaziyette olursak olalım, ölçülerimiz, değerlerimiz, vazifelerimiz belli... Ve onlara sımsıkı sarıldıkça Rabbimizden daha âşikâr göreceğimiz yardımlar, destekler, huzurlar...

Hani, veresiyeden bıkmış bir esnaf yazısı vardır ya:

Veresiye Yok! (Bana da mı? Hee sana da!!!) Bu da böyle işte. Allah’a kul ve O’na elçi olarak bize rehber gönderilmiş Rasûlullah’ın tüm öğretilerini her zaman ve mekânda hayatımızda ve diri tutmak yegâne vazifemiz. Biz de mi? E, hee! Tabii ki biz de.


Halit Yasir Özoğul'ın Yazısı.