Saltanatını kaybetmekten korkarak erkek çocukları katleden zalim kral aciz bir sineğe yenilip unutulsa da İbrahim küçük mağarada, gölün sularında, balıkların sırtında, namaz kılan her mü’minin dilinde...

Şehre girer girmez en sevdiğim köşesine koştum, değişmemişti. Aynı dar sokaklardan aynı poşulu, şalvarlı adamlar geçiyor, künefe, kebap kokusu dükkanlardan dışarı taşarken sokak satıcıları durdukları yerden müşteri çağırıyordu. Urfa bıraktığım gibiydi. Havuzun kıyısına yaklaştığımda su dalgalandı. Yasak olmasına rağmen bisküvimi kırıp göle attım. Gümüş sırtları parlayarak ağızları açık suyun dışına uzanmaya çalıştı balıklar. Zaman yaratılmamış olsaydı eğer beş yıl önceki daha genç ve çılgın ben, ağlamaktan sevdiğinin kurtuluşunu göremeyen Zeliha, ateşe gülümseyerek bakan İbrahim; şimdi, burada yan yana olurduk. Sabah zikrine Dergah Camisi’ne girdiğimde postun üstüne oturan pirin sohbetinde bulunur, Bediüzzaman hazretlerinin kabrini bilir, sırrını toprağa emanet eder, İbrahim’in kervanına katılıp “Baba” diye seslenirdim. Meczup bir kadın zannederdi beni. Olsun yine de önünde alevlerin soğuduğu, koçların gökten yardıma indiği bir peygamberi selamlamak bana yeterdi. Varsın geçmiş ve gelecek meczup desin.

Karıncalar günlerce yanan ateşe su taşırken Cebrail’in gölgesi değdi bu topraklara. İnsanoğlunun göremediği, dokunamadığı tüylere tutunup yedi kat semaya sığınmadı İbrahim. Nemrut’un ateşi söndü sönmesine ama hâlâ dağların başı dumanlı. Bugün mancınıkların yerinde Urfa Kalesi’nin yıpranmış surları yükseliyor.

Saltanatını kaybetmekten korkarak erkek çocukları katleden zalim kral aciz bir sineğe yenilip unutulsa da İbrahim küçük mağarada, gölün sularında, balıkların sırtında, namaz kılan her mü’minin dilinde.

Yüzlerce yıl evvel astronomi, tıp, felsefe okutulan bilgelik okulu Moğolların yıkımından sonra bir daha eski günlerine kavuşamayan, Urfa’nın geçmişine, Edessa’ya ait başka bir sayfa, başka bir ses. Başıboş keçilerin, hörgüçlü develerin ve fıstık ağaçları altında gölgelenen köylülerin yanından geçerek Harran’a vardım. Dünyanın ilk üniversitesine ait kalıntıları dolaşırken küçük çocuklar rehberim oldu. Kulenin gölgesine sığınan köylü kadınlar kışlık salçalarını odun ateşinde pişiriyor, alışkanlıklarından vazgeçemeyen yaşlı adamsa motosikletine binmeden önce keçeden yapılmış eyeri takıyordu. Mantara benzer toprak evlere doğru yürüdüğümde beyaz saçlarının üstüne doladığı poşusunun püskülü omzunda bir sağa bir sola sallanan ev sahibi karşılayıp buyur etti beni. Ayağındaki kösele postalları, yaz günü yün çoraplarına sıkıştırdığı şalvarı ve yüzünden eksik olmayan mağrur tebessümüyle alçak gönüllü bir aşiret ağasıydı. Sedirin üstünde bağdaş kurup otururken dedemin evindeki kadar rahattım. Ilık ılık esti Harran’da rüzgar, tozlu ve kederli.

Daracık merdivenlerden ağır ağır Eyüp makamına inerken rutubet ve ter kokusu doldu genzime, mağaranın zemininde dilek paralar... Onlarca ziyaretçinin arasında bir an sıkışıp kaldım. Dualarım dudağıma değmeden dışarı attım kendimi. Şifa kuyusunun yanı başında bir salkım söğüt ağacı, yaprakları tespih taneleri gibi sarkmış yüzüme değiyor. Tenimde mübarek suyun damlacıkları, gizli yaralarıma şifa arıyorum.

Toprağında binbir öykü saklayan Urfa’nın kokusunu, insanların sesini ve biberinin acısını tatmadan tanıyamazsınız bu şehri. Sıra gecesinde eğlenmek değildir amaç. Ateşte esneyen tef ruhu yumuşatır. Gençlerle bilgelerin buluşması, bir eğitim sofrasıdır. Musiki ise tadı tuzudur gecenin. Türküsüz lezzetlenmez çiğ köfte, künefenin peyniri uzamaz, şerbet kayar gider üstünden. Baharatın, bakırın, peynirin, halı ve kilimin en iyisi satılır Urfa çarşılarında ama en yaşlı esnafın sabah duasına el açıp katılmak ve bir kahvesini içip muhabbet etmek gibisi yoktur.

Güneş Dicle’den doğarken Mezopotamya topraklarında, on bin yıl önce bu taşa hayvan figürlerini kazıyan ustanın son kez dokunduğu yere koydum elimi. Ne ben onun adını duydum ne de o benim. Huzursuzdu, anasının ak sütüne erişemeyen bebek kadar huzursuz. Ne aradığını bilmeksizin ulu gördüğü her şeye, gece parlayan aya, hayat veren güneşe, şifacı kadının tanrısına yakararak aradı onu. Bir tepenin üstüne devasa taşlar dikildi. İkiz taşları ne o benimsedi ne de ben. Belki yedi belki üç kere döndü etraflarında, dans etti zıplayarak, hayvan kurban etti, semboller kazıdı kayaların üstüne ama yorgun, ama ümitsiz bulamadı yaratanı. Tapınaklar insanoğlu tarafından gömülüp saklanmadan çok önce veda etti Göbeklitepe’ye. Ne o ne de ben inanmadık aya, güneşe ve kızıl boğaya.


Hande Berra'ın Yazısı.