Çarşıda nar suyu içip, fırınlanmış höşmerimi tatmadan, Saat Kulesi, Aynalı Çarşı ve Çimenlik Kalesi’ni görmeden Çanakkale’ye geldiğimi hissetmem. Kalenin içindeki Piri Reis’e ithaf edilen müzeyi gezer, çizdiği haritalarda kaybolurum.

Lirik çağlara ait kırık heykellerle evlerinin avlusunu süsleyen Mediciler’e kadar kimse kaybolan şehirlerin efsanesini dinlemedi. Homeros; geçmişin kahramanlarını anlatırken doğmamış bebekleri büyüleyen ozan Troia için yakardı. Her cümlesi yaşadığı belki de kendinden yüzlerce yıl evvel yaşanmış bir olaydan esinlendi. Çanakkale yakınlarında Hisarlık Tepesi’ne kurulan Troia’ydı destanların kaynağı. Tanrıça Eris o altın elmayı göndermese, Paris Afrodit’e kanmayıp Helen’in peşinden gitmeyecek ve tahta at var olmayacaktı.

Bu kent çağının zirvesini yaşarken abartıyı ve sırları sevdi. Pers İmparatoru Kserkses ve Büyük İskender savaşa çıkmadan önce kutsanmak için kahramanlar toprağına su serpti, kurban sundu.

Geçmişte kaybolan bir efsane, Troia savaşı kaybettikten sonra Aeneas önderliğinde kaçan grubun Roma’yı kurduğunu söylüyordu. Ve Roma kendi geçmişini yarattı. Ama gerçek ama hayal sıkı sıkı sarıldı bu hikâyeye. İmparator Augustus’un emriyle Aeneas Destanı yazıldı ve atalarının Yunan tanrıları olduğuna inandı Romalılar.

İlham almak için askerler Troia’nın kapısına dayandı, aşk uğruna yandı ve binlerce yıl sonra belki de en kanlı savaşı yaşarken kudret zayıfın yanındaydı. Bu sefer melekler indi yardıma yüzlerce yıl önce yaşamış pirler gözüktü Çanakkale Boğazı’nda. Derler ki bir bulut yuttu düşmanı ve Seyid Ali Çavuş tek başına taşıdı topun güllesini. Dualar geminin bacasına kadar eşlik etti mermiye. Bir askerin cebinden “Kardeşime borcumu ödeyin” diğerininkinden “Helal olsun” notları çıktı. Bir damla kan değmedi tozlu, kırışık kağıda. Ne zaman yıpratabildi ne de savaş, semaya yazıldı sözler. Mektupla veda ettiler yarenlerine. Hepsi biliyordu dönüş olmadığını. Kan döken düşman bile hürmet etti Çanakkale’nin yiğitlerine.

Çocukken Arı Burnu’nda bir eve gitmiştim. Duvarlarda topraktan çıkan kılıçlar, tahta kasede bir avuç lekeli mermi, Kur’an kabına saklanmış meçhul askerin kol düğmesi... Gece denize girmeye korkmuştum. Dedemse denize arkasını dönüp bağıra bağıra mehter marşı söylemişti. Sabahın ilk ışıklarıyla sahilde teyzemle yürürdük. Gözünde iki damla yaş mırıl mırıl okudu şehitlere. Lavanta toplardım mezarların arasından kumsalda açan beyaz zambakları reçel yaptı anneannem. Ben ne savaşın acısını ne de Troia’nın ihtişamını gördüm. Başak tarlalarındaki huzur, kumsaldaki istiridye kabuklarıydı payıma düşen.

Kent merkezinden başladım gezmeye. Çanakkale Boğazı’na uzun uzun baktım iskeleden, rüzgâr daha önce hissetmediğim kadar güçlüydü. Sıra sıra dizilmiş lokantalarda taze balıklar, bu şehir her mevsim farklı bir lezzet sunuyor misafirlerine ama ben çarşıda nar suyu içip, fırınlanmış höşmerimi tatmadan, Saat Kulesi, Aynalı Çarşı ve Çimenlik Kalesi’ni görmeden Çanakkale’ye geldiğimi hissetmem. Kalenin içindeki Piri Reis’e ithaf edilen müzeyi gezer, çizdiği haritalarda kaybolurum. Çocukluğumdan beri severim dünyaya dokunmayı, üstüne yollar çizmeyi, resimler eklemeyi... Her seferinde bir nokta, bir kıvrım, bir isim çeker beni, bazen hayallere dalar bazen de yollara düşerim.

Boğazı korumak için Osmanlı’nın diktiği Sedd-ül Bahir ve sahildeki tahta atın dev siluetinden ayrılıp Bozcaada’ya doğru yola çıkıyorum... İleri bakamıyorum; gözüm şehit anaları gibi arkada, dağda, taşta. Mehmet Âkif sesleniyor:

“Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...

O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,

Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,

Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!”


Hande Berra'ın Yazısı.