Her Devirde Geçerli Olacak Bir Hüner
İyilik ufkunda bulunmakla bir kere iyilik yapmak aynı değildir. Öyle bir hâli dilemek gerekir ki iyilik ufku ikâmetgâhımız olsun; ara sıra uğradığımız bir yer değil... Bu da iyiliği tabiat-ı aslîsi haline getirebilmişleri sevmekten geçer. Ki iyilik bize de bulaşsın, bizim de tabiatımızın aslî unsuru haline gelsin.
özleri gök kadar derin Genç, artık hayatta hangi mesleği tutması gerektiğine dair karar zamanının geldiğini düşünüyordu. Okumak kadar güzel bir uğraş yoktu belki ama hayat kışı bu baharı bitirecekti bir gün. Aslında okuduğu okul ve ilgileri az çok ne yapacağı konusunda bir adres gösteriyordu. Bu adresin yakınları dâhil birçok kimseyi memnun edecek bir gelecek vaat ettiğinin de farkındaydı. Ama o bundan emin değildi. En başta neden herkesi memnun etmesi gerektiğini anlayamıyordu. Kendi içinden gelmeyen bir işi sırf başkaları istedi diye yapmak ne kadar doğruydu? Bir ömür boyu bununla yaşamak hayatı harcamak demek değil miydi? İnsan sevdiği işi yapamadıktan sonra neden yaşardı ki?
İçinden kabararak gelen cümlelerin sonuncusunun keskinliğinden ürperdi. İçi bir kabarmaya görsündü, nerede duracağı belli olmayan bir sel olur, çok zaman da taşardı. Böyle zamanlarda içini öfkeli kalabalıklara benzetirdi. Çok zaman kendi ürettiği bir cümlenin başlattığı bir dalga, hep daha yükseğini ve fazlasını isteyerek çağlar durur, her aşamada akıl ve mantıktan biraz daha uzaklaşarak çarpacağı bir yer arardı sanki.
Son cümleyi zihninde tashih etti:
“Kader diye bir şey var ve biz ona iman etmişiz. İstemediğimiz işin derdine değil, O`nun istemediği işle meşgul olma bahtsızlığına yanmak lazım…”
Çoktandır, içinden kabarıp gelen cümleleri böyle kontrol edebiliyordu. Buna şaşırmamayı öğrenmişti. Kontrollü olması ile övünmenin ne kadar boş olduğunun da farkındaydı. Ama fark edişlerini aşması gerektiğini çok sonraları anlayacaktı. Nasıl davrandığına şaşırması ve akabinde bunu fark etmesi, güzellikleri tabiatının asli unsuru haline getirememesi anlamına geliyordu ki bu da alınacak yolu olduğunu gösteriyordu.
İçinden kabarıp geleni kader diyerek engellemişti ama yine de gönlünün “rağmen yaşamak” noktasındaki itirazını hepten silemedi.
“İçinden akıp gelene rağmen yaşamak aslında kaderinin kodları ile oynamak demek. Böyle yapanların hayat programı hep “error” verecek…”
Hakîm o gün de çok sakin ve rahattı. Zaten hep böyle görürdü onu; ne telaşına, ne de koşturmasına şahit olmuştu. Bir gün cesaret edip nasıl hep böyle sakin kalabildiğini sormuştu. Hakîm, sorudan hoşlanmadığını belirten bir yüz ifadesi ile “yaptığım işi yaparım, başka bir şey yapmam” demiş, kestirip atmıştı. Genç bu cevabın üzerinde uzun zaman düşünmüş, sonunda şu sonuca ulaşmıştı: O, konuştuğu zaman konuşuyor, dinlediği zaman dinliyor, okuduğu zaman okuyor, istirahat ettiği zaman istirahat ediyor, kısacası yaptığı her işe yoğunlaşıyordu. Bizim gibi kafasında, yüreğinde bin bir türlü endişe ve düşünce ile iş yapmıyordu yani. İşini yapıyor, başka şeyle meşgul olmuyor, daha da ilginci hemen hiçbir şeyden de geri kalmıyordu.
“Nasıl da vakit buluyor her şeye, hiç vakit darlığından şikâyet ettiğini duymadım…”
Vakit darlığından şikâyet eden insanlarla Hakîm arasındaki fark kadere teslimiyetten mi kaynaklanıyordu acaba? Ne yapsak, ne etsek olacak olan yine oluyordu ve Hakîm bunu bilmekten öte yaşıyordu; bu muydu acaba sebep? Peki, bu anlayış zamanla atalete sürüklemez miydi insanı? Ne yapsak, olacak olana engel olamayacaksak eğer, yapmasak daha iyi değil miydi?
“Bugün kader konusuna iyi takıldım…”
Bir yerde hak taliplisinin vaktin çocuğu olduğu okumuştu. Yani o, vakit neyi gerektiriyorsa onu yapan adamdı. Frenklerin “carpe diem” dedikleri ânı yaşamak da başka bir şey değildi herhalde. Bu noktada doğrusu Hakîm`in üstüne yoktu. Onun bütün zamanları kaliteli zamanlardı. Kaliteli yani dolu dolu yaşanmış, boşa gitmemiş, israf edilmemiş ve alternatif maliyeti en az zamanlar… Dahası Hakîm`in kalite anlayışının merkezinde sadece kendisi ya da başkaları yoktu. O meşgale tayin ederken başkaları için yaşamak ya da kendine çalışmak gibi kavramların ötesinde aşkın bir anlayıştan besleniyordu. Öyle ki Genç, onu bazen rüzgârın önündeki bir yaprak, bazen de her istediğini yapan ve yaptıran birisi olarak görür ama aslında hareketlerine yön verenin hiçbir zaman künhüne vakıf olamayacağı farklı bir idrak olduğunu sezerdi. Genç`in yana yakıla sahip olmak istediği de işte bu idrakti. Çok zaman hikmetin tam da bu olduğunu düşünürdü.
Dinginlik Hakîm`in en temel vasfıydı. Bunu da yüzünde seyrederdi. Yüzü uçsuz bucaksız bir okyanustu sanki. Bazen yüzüne bakar, kaybolurdu. Oraya dalıp gider, çıktığında ise farklı birisi olarak çıkardı. En azından dinlendiğini, içinde oraya buraya çarpan dalgaların sükûnete kavuştuğunu hissederdi.
Bu hisler içindeyken Hakîm`in sesini işitti:
- Ne o, daldın gittin yine?!
Hakîm gülümsüyordu. Mahcup bir şekilde başını önüne eğdi.
- Nasıl geçti sınavlar?
Üstünkörü cevaplandırdı, çünkü okul sonrası planları ile ilgili konuşmak istiyordu. Kendisini bu kadar zamandır tanıyan hikmet ehli bu zatın herhalde ne yapması gerektiği konusunda söyleyecek sözü olmalıydı. Belki yekten “şu işi yap ya da yapma” bile diyebilirdi. Bir an bu tür bir cevaba hazır olup olmadığını düşündü. Hayır, hayır hazır değildi. Madem keskin bir cevaba hazır değildi, o halde sorusu da keskin olmamalıydı:
- Her zamanda ve yerde geçerli olacak, maîşet derdi çektirmeyecek bir sanat ya da hüner var mıdır acaba?
Hakîm, “gerçekten bunu mu sormak istiyorsun” dercesine muzip bir bakış fırlattı ama Genç bozuntuya vermedi. Hakîm yine de söyleyeceğini söyledi:
- Soru bu olmamalı.
Gözlerini Genç`e dikti ve ağır ağır konuşmaya başladı:
- Evet, soru bu olmamalı. Bir, maişet derdi çekmemek elde değil. İki, her yer ve zamanda geçerli, maişet derdi çektirmeyecek ne hüner vardır ne de sanat... Bugünün akçe eden hüneri yarın kalp para bile etmeyebilir. Ama hep el üstünde tutulan birisi olmak mümkündür.
Genç meraklandığında hep yaptığı gibi gözlerini açıp dikkat kesildi:
- Şu kimseyi hep el üstünde tutarlar ki üç vasfı vardır: Dürüsttür, istikametinden şaşmaz; kanaatkârdır, kazandığına razıdır; gayretlidir, çalışmaktan hiç geri durmaz.
Bir müddet sustu, sonra elinin işaret parmağını kaldırarak konuşmaya başladı:
- Soru ne biliyor musun? Soru şu: Bu vasıflara nasıl erişeceksin?
Öne doğru eğildi:
- Biliyor musun bu vasıflara erişmenin yolunu?
Genç bu gibi durumlarda bildiğini de bilmemesi gerektiğini biliyordu. Hakîm devam etti:
- Cevap çok açık ve nettir: Bu vasıflara sahip insanlar bulacaksın. Onların yanında, yöresinde olacaksın. Onlarla olacaksın ki önce onlardan, sonra onlar olasın.
Genç evine döndüğünde günlüğüne şunları yazdı:
“Zirveye çıkmaktan zor olan zirvede kalabilmektir. İyiliğin merkezinde yer aldığı bir hayatı yaşamanın kolay yolu birbirlerinin aydınlığından istifade ederek bir ışık hüzmesi oluşturanlara yakın durmaktır. İyilik ufkunda bulunmakla bir kere iyilik yapmak aynı değildir. Öyle bir hâli dilemek gerekir ki iyilik ufku ikâmetgâhımız olsun; ara sıra uğradığımız bir yer değil... Bu da iyiliği tabiat-ı aslîsi haline getirebilmişleri sevmekten geçer. Ki iyilik bize de bulaşsın, bizim de tabiatımızın aslî unsuru haline gelsin.”
Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.